Kasım 09, 2018

bir takım başarısız girişimler


Aldığım birkaç parça abur cuburun parasını ödemek için kasa sırasında bekliyordum. Kendime duyduğum müthiş öfkeye eklenen sıkıcı bekleyiş yetmezmiş gibi, bir de eylül sıcağı zorluyordu gerilen sinirlerimi. Kasap reyonunun kendine has kokulu serinliğinden eser yoktu burada. Hemen önümde bir çift, onların da önünde işlemleri devam eden bir adam duruyordu. Çiftin erkek olanı tipik orta doğu esmerliğinde, sivri ve kemikli yüz hatlarına sahip yakışıklı biriydi. Kısa, kirli sakalına eşlik eden dağınık saçlarına özellikle şekil verildiği belli oluyordu. Bu erkeklerin çok özendiğim bir özellikleri vardır: saçları kirli dahi olsa şekil verilebilir haldedir. Ben ise bu avantaja hiçbir zaman sahip olmadığım için saçlarımı sürekli kazıtmak zorunda kaldım bugüne dek. Enseme yediğim her tokatta da saçlarımın çirkinliğine sövdüm. Fakat bu travma, bugünün konusu değil. Oğlanın yanındaki, sevgilisi olduğunu anladığım kız ise oğlandan biraz daha esmerdi. Dalgalı saçları ve morlu siyahlı elbisesiyle yetmişlerin İspanyol filmlerindeki kadınlara benziyordu. Televizyonda bu kadınlardan çok görmüştüm. Adam ne kadar hoş duruyorduysa, kız bir o kadar çirkindi. Ben içimden kıza piyango vurduğunu düşünüyor olsam da oğlan her fırsatta bu düşüncemi çürütmeye çalışırcasına kızın yanağına eğilip ufak öpücükler konduruyordu. Kız ise bu öpücüklere şımarık gülücüklerle karşılık verip memnuniyetini belli eden sesler çıkarıyordu. Bu yersiz romantizmi asla anlamlandıramıyordum. Her süpermarketin kasa sırasında mutlaka oynaşan bir çift olurdu fakat bu çiftlerin amacına hiçbir zaman kafam basmadı benim. Ne bunu anlatan kitap okumuştum ne de film izlemiştim. Bu davranış içgüdüsel de olamazdı çünkü ben de kız arkadaşlarımla kasalarda çok kez beklemiştim fakat hiç böyle şeyler yapmak aklıma gelmemişti. Belki de biz fingirdeşmeyi bilememiştik. Belki de bu yüzden hep terk edilmiştim.

Kasiyer kız ise aldığı kuş kadar maaşa karşılık olarak günde on iki saat boyunca maruz kaldığı "dıt dıt dıt" seslerinden, istisnasız her müşteriye sorması zorunlu kılınan "skimsonik kartımızdan var mıydı?" sorusundan, barkodu okunmayan etiketlerden ve aldığı ürünü almadığını iddia eden geri zekalı müşterilerden ötürü tüm insanlığa nefret kusmakla meşguldü.  Misafirliğe gelen komşunun oğluyla oyuncaklarını paylaşmak zorunda kalan evin tek çocuğu gibi bakıyordu her müşteriye. Sanki market onunmuş da malları bize hayrına dağıtıyormuşçasına bir mahcubiyet duymaya zorluyordu hepimizi. Herkes büyük bir korkuyla ve suçlulukla dolduruyordu poşetlere aldıklarını. Korkmak sağlıklı düşünebilme kabiliyetinin önünde bir engeldir sevgili okur. Beynimiz korktuğumuz anda mantıklı olana değil, kendimizi korumaya yönelik olan davranışa yönelir. Bu nedenle o anda hiçbirimiz bu hak etmediğimiz öfkeye karşı gelemiyorduk. Herkes payına düşen nefreti yüklenip öyle terk ediyordu marketi. Yani o an bizlere dönüp "Şifreyi hızlı girsenize parmağını sktiklerim!" deseydi ya da skimsonik kartını unuttuğunu söyleyen herhangi birine dönüp "Kendini de evde unutsaydın ya geri zekalı!" deseydi dahi, yemin ederim kimsenin gıkı çıkmazdı. Korku salana yönelik itaat bulunurdu toplum müfredatımızda ve hepimiz bu dersten pekiyi derecesiyle geçmiştik.

Yaklaşık on dakika kadar sonra ben de üstüme düşen haksız nefreti sırtlayıp kendimi dışarı atmayı başardım. Bir elimle poşeti taşırken öteki elimle de -huyum gereği- tuttuğum fişi inceliyordum. Bu, bana annemden geçen bir davranıştı ve şimdiye kadar çok kez işime yaramıştı. Yıllarca bu davranışından ötürü kendisine kızmış olsam da ailesinin davranışlarından kaçmaya çalışan her çocuk gibi ben de özüme benzemekten kurtulamamıştım. Annemin, beğenmediğim neredeyse her davranışını seneler içinde, hem de hiçbir çaba sarf etmeden kendimde toplamayı başarmıştım. Üstelik işin sinir bozucu yanı, yıllarca karşı geldiğim ne varsa, hepsini içselleştirip, doğrusunun bu şekilde olduğuna inanarak yapıyordum artık tüm bunları. Örneğin, yaptığım bu temkinli davranış sayesinde hem hesabımı biliyordum hem de hepimizden nefret eden kasiyer kızın öfkesi sebebiyle yapması muhtemel hatalarını fark edebiliyordum. Bundan daha doğru ne olabilirdi? Bunca yıl neden bu davranışa karşı çıkmıştım ki zaten? Arkamda bıraktığım seneler bana şunu öğretmişti: Annem her zaman doğrusunu yapmıştı ve anneler her zaman doğrusunu yaparlardı. Bu kabullenmişlik ile birlikte, öğrenilmiş davranışları alt soyuna aktarmaya hazır biriydim artık.

Kasiyer kız nefretini işine yansıtmamış, işini doğru şekilde yerine getirmişti. Fişte yanlışlık yoktu. Sadece yedi dakika içinde tüketebileceğim kadar az miktardaki abur cubura tamı tamına otuz yedi lira yetmiş beş kuruş para ödemiştim. Bu pahalılığı artık o kadar kanıksamıştım ki, her seferinde isyan etmeme rağmen, aynı boyuttaki alışverişlere giderek artan ödemeyi tekrar tekrar yapmaktan geri durmuyordum. Toplumumuzun bir diğer problemi de buydu. Herkes her şeyden şikayetçiydi fakat bunlar için kimse hiçbir şey yapmıyordu. Bize yalnızca şikâyet etmeyi ve suçlamayı öğretmişlerdi. Çözüme ulaşmak için ne yapmamız gerektiğini bilen yoktu. Vardıysa da bilenlerin sayısı yeterli gelmiyordu adaletsizliklere, yanlışlara dur demeye. Yazımın başında size sözünü ettiğim, kendime karşı duyduğum öfkenin temel nedeni de buydu işte. Kendimi koruyamıyordum. Yalnızca devlete karşı da değil, hiçbir şeye karşı kendimi koruyamıyordum. Hayır diyebilmek öğretilmemişti bana. Nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. İşi arkadaşlıktan ayıramıyordum. Mahalle bakkalının önünden süpermarket poşetleriyle geçemiyordum örneğin veya tam şu an iki adım arkamdan beni takip etmekte olan Cafer'in her defasında beni bir şekilde zor durumda bırakmasına seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyordum.

Bir yandan ilerlerken öte yandan kendi kendime konuşmaya başladım. "Daha dün seksen beş kuruşa almıştım, şimdi bir kırk beş olmuş sktiğimin gofreti!" dedim. Arkamdan belli belirsiz "Hmm, Madrid deplasman" cümlesi yükseldi. O an zamların şokunu yaşıyor olan ben, bu anlamsız cümleye takılmadan, kendime duyduğum öfkeme eklenen kazıklanma hissiyle fişi incelemeye devam ettim. Gözüm, stresimi azaltsın diye çiğnemeyi yıllardır alışkanlık haline getirdiğim, gözle görülür çene kaslarıma da sebep olan çilek aromalı sakız fiyatına takıldı. "Ulan iki otuz beşti geçen aldığımda. Ne ara üç otuz yaptınız? Lisedeki çirkin kızlardan daha hızlı değerleniyor koyduğumun sakızı!" diye isyan edişimden hemen sonra, yine aynı belirsiz sesin iki adım arkamdan "derbi sıfır" dediğini işittim. O an sorguladığım hiçbir şeyle bağdaştıramadığım bu cümlelere anlam ararcasına, ani bir refleksle arkama dönüp "Sen ne saçmalıyorsun ya?" dedim. Sinir bozucu bir doğallıkla "Abi sen ürün fiyatlarını söyledikçe, ben de fiyata karşılık gelen İddaa oranlarının pratiğini yapıyordum kendi kendime. Bu hafta şampiyonlar ligi haftası, biliyorsun." diyerek açıklama yaptı bana.

Mutlaka birilerinden duymuşsunuzdur veya kendiniz kullanmışsınızdır bardağı taşıran son damla kalıbını. Onun nasıl bir his olduğu kelimelerle ifade edilemez. O anın nasıl ve ne zaman denk geleceğini öğretmezler kimseye. Herkesin bardağı kendine kadardır. Vakti geldiğinde anlarsınız taştığını. Ben de o an en temel ihtiyaçlarımı bile karşılamama izin vermediği halde nedenini sorgulayamadığım süper ekonomimize, sınırlarımı ihlal etmesine izin verdiğim eski sevgilime, karşısında aptal bir mahcubiyet duymaktan kendimi alıkoyamadığım Bakkal Ali Abiye, gerçekleştiremediğim hayallerimin hesabını soramadığım anneme, sırf okul takımında oynadıkları için kendilerine kanaat notunu yüksek tuttuğunu görüp karşı gelemediğim edebiyat öğretmenime ve diğer bütün her şeye, yani aslında tamamen kendime olan nefretimi çıkarabileceğim güçsüz hedefi bulduğumu anlamıştım. İşte benim bardağımın taştığı an tam da bu andı. "Ulan bana bak şerefsiz evladı" diyerek, benim bile kendimden beklemediğim derecede sert bi giriş yaptım. "Senin yüzünden, şu uzay çağında, plastik ördeklere üç bin lira para verdim. Şimdi sktirme bana oranını da İddaa'nı da! bana geldin 'Abi' dedin, 'Televizyonda bir filmde gördüm. Yurt dışında çocuklar bayılıyor bunlara' dedin. 'Ben satıcıyla da anlaştım. Çok ucuza Çin'den getirtiyoruz evimize kadar. Burada tam üç katına satıyoruz. Piyasada bizden başka bunu yapan kimse yok. Zengin olduk abi, bil şimdiden' dedin. Üstüne bir de her şey tamammış gibi 'Kargoyu da adam karşılayacak, ben hepsini konuştum, ayarladım' dedin. Kafamı skeyim, nereden dinledim ben seni! Bir sen mi kaldın ulan koskoca ülkede bu kadar akıllı! Bizim memlekette küvetli ev mi kaldı puşt? Ne oldu lan ördeklere? Nerede yüzecek oğlum bu ördekler? Elimizde, götümüzde patladı hepsi. Üç bin lira be, tam üç bin lira. Yazıktır, günahtır." diye ekledim.

Yeri gelmişken size Cafer'i biraz anlatmak istiyorum. Onu ilk kez annemin beni yanında götürdüğü altın gününde görmüştüm. Benim çocukluğumda besili ve şımarık çocuklar zayıf çocukları pek sevmezlerdi. Ben de hiç sevmemiştim Cafer'i fakat o, annemin en yakın arkadaşının oğluydu ve ben onunla oyun oynamak zorundaydım. Tanışıklığımız böyle başladı. Dışarıdan bakıldığında onun sosyal anlamda beceriksiz ve çevresi tarafından sevilmeyen biri olduğu hemen anlaşılır ki onu tanıyanlar bunun gerçek olduğunu zaten bilirler. Herkese kendisinin bir yetmiş boyunda olduğunu söylese de askerlik şubesinde yapılan sağlık kontrolünde boyunun bir altmış yedi, kilosunun elli sekiz olduğunu bizzat gördüm. İri yarı bir annesi olmasına karşın kendisinin kemikleri pek gelişmemiş, çelimsiz kalmış. Çıkık elmacık kemiklerinin ardında duran içine gömülü siyah gözleri çoğu zaman ilk bakışta korku uyandırsa da aklından asla kötü şeyler geçirmez. Çok iyi olduğundan değil, kafası kötülüğe basmadığından. Tipik çirkinlerden biridir işte. Göze batan hiçbir özellik bulamazsınız. Hani sokaktan biri geçer de "Sokaktan bir adam geçti" deriz ya; işte o cümledeki bir adamdır Cafer. Ekstrem zevkleri yoktur. Alkol ve sigara kullanmaz. Giysileri ve aksesuarları yalnızca amacı doğrultusunda kullanır. İhtiyacı yoksa kemer takmaz örneğin ya da şapkayı yalnızca güneş gözünü almasın diye takar. Şekilci değildir, şova kalkışmaz. Hayattaki tek tutkusu ne olduğu önemli olmaksızın kârlı iş yapmaktır. Cafer'i tek cümleyle anlatmam gerekseydi, az verip çok almak, kötüyü verip iyiyi almak için dünyaya gelmiş biri derdim. Eğer tek kelimeyle anlatmam gerekseydi de onu tanımlayabileceğim tek kelime, bahis olurdu. İhtiyacı olsun ya da olmasın, Cafer her şey hakkında bahse girer. Horoz dövüşlerinden şikeli liglere, mahalli seçimlerden Altın Kelebek ödüllerine kadar her konu hakkında bahis alabilir. "Yırttık abicim, yırttık!" diyen Feridun Bitir bir numara ise, bizim Cafer ikidir. Çirkin görünümü ve düşük olduğunu bildiğim sosyal zekâsı yüzünden çoğu zaman yalnız dolaşır. Hayatı boyunca sahip olduğu tek arkadaşı ben oldum. Hiç istemesem de bu durum bana onun hep yanında olmak gibi bir sorumluluk yükledi. Yine kendimi koruyamamıştım.

Ben bu kadar sert çıkışınca, benden böyle bir tepki almayı asla beklemeyen Cafer tek kelime edemedi. Karşımda yalnızca donakaldı. Onun karşımdaki bu güçsüz ve aciz tutumu ateşimi harlayan bir etki yaptı üzerimde. İlk kez cinayet işleyen insanların neden kurbanları öldükten sonra dahi saldırmaya devam ettiğini çok iyi anlamıştım. Yaşadığım bu öfke patlaması da benim ilk cinayetim sayılırdı. Durduğum an pısırık, boyun eğen halime geri döneceğimi bildiğim için ateşimin son kıvılcımına kadar çirkinleşmek geliyordu içimden. Öyle de yaptım. "Ulan yavşak! 'Çok kârlı bir iş buldum ama para lazım abi' dedin. 'Eyvallah' dedim, verdim. Benim mutfak alışverişlerime kendi gofretlerini dahil ettin. Üstüne hiç utanmadan pis pis güldün. Ses etmedim, ödedim. Gecenin bir yarısı sormadan çat kapı evime gelip 'Abi götüm dondu, bi çay yap da ısınalım be' dedin, 'Hay hay kardeşim, ne demek' dedim, demledim. Ama artık yeter ulan! Ben senin bankan mıyım, hizmetçin miyim puşt? Ulan bahis olursa basarım diye yıllardır böbreğini gazeteye sarıp dolaşıyorsun ortalıkta, bir bok kazandığın da yok. Daha dün 'İtalya'da federasyonda çaycı kuzenim var. Bu haftaki Juve maçı banko handikaplı galibiyet' dedin. Sana güvenip bahis aldık cebimizdeki son parayla. Sonra ne oldu? tokatlayıp yolladılar ulan koca Juventus'u senin şom ağzın yüzünden! Sen ne haysiyetsiz ne aşağılık bir herifmişsin be!" diyerek bunun bir güzel ağzına sıçtım orada. "Abi ama Ronaldo..." diyecek gibi oldu. Hemen araya girip "Sıçarım senin Ronaldo'na! Ulan Ronaldo'nun skinde mi kaybetmek? Olan benim yirmi lirama oldu." diyerek kovdum Cafer'i.

Cafer'in gidişini izlerken, ilk kez dayak atmış çocuklar gibi söyleyemediklerimde kalmıştı aklım. O günü takip eden iki hafta boyunca Cafer bana hiç gelmedi. Ben de onu hiç aramadım. Elimde kalan plastik ördeklerle halının üzerine "Orospu Cafer" yazdım. Çin'deki satıcıyla iletişime geçip ördekleri iade etmek istediğimi söyleyen bir e-posta attım. Bana o an anlamsız gelen, çubuklu harflerle yazılmış bir cevap yolladı. Sonradan cevabını tercüme ettirdiğimde bana küfür ettiğini gördüm ve "Küçük pipili skik Çinli" diyerek karşılık verdim. İkinci el alışveriş sitelerine ilanlar bıraktım fakat doğal olarak kimse bu boktan kanserojen ördeklere talip olmadı. Sadece bir kez, oyuncakçı olduğunu söyleyen biri ördeklerin ses çıkarıp çıkarmadığını sordu. Çıkarmıyordu. Benim skik ördeklerim ses bile çıkaramıyorlardı. Zaten bunu duyan oyuncakçı da tekrar mesaj atmadı. İkinci haftanın sonunda, çözüm arayışlarımın fayda etmeyeceğini anlayınca mahalledeki Japon pazarının yolunu tuttum. Bana üç bin liraya mal olan ördek sürüsüne ancak iki yüz lira, iki paket mandal ve bir plastik kova verebileceklerini söylediler. Samimiyet kurmak ve birkaç parça eşya daha koparmak için "Bakın ben bunları Çinli bi abiden aldım. Siz de Japon pazarısınız, kuzen sayılırsınız. Verin bi şeyler daha ayağımız alışsın." şeklinde bir espri yaptım. Kimse gülmedi. Fakat taktiğim az da olsa işe yaramış olacak ki tekliflerine beş metrelik yılbaşı ışığını da eklediler sağ olsunlar. Hemen kabul ettim.

Ertesi gün kapım çalındı. Gelen Cafer'di. Ömürlük öfke patlaması hakkımı kullandığım, üstelik üzerinden iki haftadan fazla zaman geçtiği için sert çıkışamadım, "Ne var?" diyebildim sadece. "Abi biliyorum kızgınsın ama şu ördek işi için muhteşem bir fikrim var. Beni bi dinlersen sen de çıldıracaksın. Altlarına kurmalı iki tekerlek takarsak küvete falan gerek kalmaz, yürüyen ördek olur bunlar." dedi. Sinirden dayanamayıp gülmeye başladım. Gülüşüm Cafer tarafından yanlış anlaşılmış olacak ki "Senin de kafana yattı değil mi abi? Şöyle yüzün gülsün biraz ya. Ben olanları unuttum bile." dedi gülümseyerek. "Ya Cafer, bi siktir git, Allah aşkına rahat bırak beni ya" dedikten sonra kapıyı yüzüne kapattım.

Salona gelip, duvara LED ışıklarla "Orospu Cafer" yazdım.


4 yorum:

  1. Okumadım ama yazmaya devam :)

    YanıtlaSil
  2. 888sport: How to Register a New Account at 888sport Casino
    7 steps1.Click on the 'Sign up' button at the top right 세종특별자치 출장샵 corner2.Once at 888sport, 인천광역 출장안마 click the 'Join 광명 출장샵 Now' 충주 출장마사지 button.3.Enter your details in 부천 출장마사지 the 'My Account' field.

    YanıtlaSil

en çok şunlar okundu