Aldığım birkaç parça abur
cuburun parasını ödemek için kasa sırasında bekliyordum. Kendime duyduğum
müthiş öfkeye eklenen sıkıcı bekleyiş yetmezmiş gibi, bir de eylül sıcağı
zorluyordu gerilen sinirlerimi. Kasap reyonunun kendine has kokulu serinliğinden
eser yoktu burada. Hemen önümde bir çift, onların da önünde işlemleri devam
eden bir adam duruyordu. Çiftin erkek olanı tipik orta doğu esmerliğinde, sivri
ve kemikli yüz hatlarına sahip yakışıklı biriydi. Kısa, kirli sakalına eşlik
eden dağınık saçlarına özellikle şekil verildiği belli oluyordu. Bu erkeklerin
çok özendiğim bir özellikleri vardır: saçları kirli dahi olsa şekil verilebilir
haldedir. Ben ise bu avantaja hiçbir zaman sahip olmadığım için saçlarımı
sürekli kazıtmak zorunda kaldım bugüne dek. Enseme yediğim her tokatta da
saçlarımın çirkinliğine sövdüm. Fakat bu travma, bugünün konusu değil. Oğlanın
yanındaki, sevgilisi olduğunu anladığım kız ise oğlandan biraz daha esmerdi.
Dalgalı saçları ve morlu siyahlı elbisesiyle yetmişlerin İspanyol filmlerindeki
kadınlara benziyordu. Televizyonda bu kadınlardan çok görmüştüm. Adam ne kadar
hoş duruyorduysa, kız bir o kadar çirkindi. Ben içimden kıza piyango vurduğunu
düşünüyor olsam da oğlan her fırsatta bu düşüncemi çürütmeye çalışırcasına
kızın yanağına eğilip ufak öpücükler konduruyordu. Kız ise bu öpücüklere
şımarık gülücüklerle karşılık verip memnuniyetini belli eden sesler
çıkarıyordu. Bu yersiz romantizmi asla anlamlandıramıyordum. Her süpermarketin
kasa sırasında mutlaka oynaşan bir çift olurdu fakat bu çiftlerin amacına
hiçbir zaman kafam basmadı benim. Ne bunu anlatan kitap okumuştum ne de film
izlemiştim. Bu davranış içgüdüsel de olamazdı çünkü ben de kız arkadaşlarımla
kasalarda çok kez beklemiştim fakat hiç böyle şeyler yapmak aklıma gelmemişti.
Belki de biz fingirdeşmeyi bilememiştik. Belki de bu yüzden hep terk
edilmiştim.
Kasiyer kız ise aldığı kuş kadar
maaşa karşılık olarak günde on iki saat boyunca maruz kaldığı "dıt dıt
dıt" seslerinden, istisnasız her müşteriye sorması zorunlu kılınan
"skimsonik kartımızdan var mıydı?" sorusundan, barkodu okunmayan
etiketlerden ve aldığı ürünü almadığını iddia eden geri zekalı müşterilerden
ötürü tüm insanlığa nefret kusmakla meşguldü. Misafirliğe gelen komşunun
oğluyla oyuncaklarını paylaşmak zorunda kalan evin tek çocuğu gibi bakıyordu
her müşteriye. Sanki market onunmuş da malları bize hayrına dağıtıyormuşçasına
bir mahcubiyet duymaya zorluyordu hepimizi. Herkes büyük bir korkuyla ve
suçlulukla dolduruyordu poşetlere aldıklarını. Korkmak sağlıklı düşünebilme
kabiliyetinin önünde bir engeldir sevgili okur. Beynimiz korktuğumuz anda
mantıklı olana değil, kendimizi korumaya yönelik olan davranışa yönelir. Bu
nedenle o anda hiçbirimiz bu hak etmediğimiz öfkeye karşı gelemiyorduk. Herkes
payına düşen nefreti yüklenip öyle terk ediyordu marketi. Yani o an bizlere
dönüp "Şifreyi hızlı girsenize parmağını sktiklerim!" deseydi ya da
skimsonik kartını unuttuğunu söyleyen herhangi birine dönüp "Kendini de
evde unutsaydın ya geri zekalı!" deseydi dahi, yemin ederim kimsenin gıkı
çıkmazdı. Korku salana yönelik itaat bulunurdu toplum müfredatımızda ve hepimiz
bu dersten pekiyi derecesiyle geçmiştik.
Yaklaşık on dakika kadar sonra ben
de üstüme düşen haksız nefreti sırtlayıp kendimi dışarı atmayı başardım. Bir
elimle poşeti taşırken öteki elimle de -huyum gereği- tuttuğum fişi
inceliyordum. Bu, bana annemden geçen bir davranıştı ve şimdiye kadar çok kez
işime yaramıştı. Yıllarca bu davranışından ötürü kendisine kızmış olsam da
ailesinin davranışlarından kaçmaya çalışan her çocuk gibi ben de özüme
benzemekten kurtulamamıştım. Annemin, beğenmediğim neredeyse her davranışını
seneler içinde, hem de hiçbir çaba sarf etmeden kendimde toplamayı başarmıştım.
Üstelik işin sinir bozucu yanı, yıllarca karşı geldiğim ne varsa, hepsini
içselleştirip, doğrusunun bu şekilde olduğuna inanarak yapıyordum artık tüm
bunları. Örneğin, yaptığım bu temkinli davranış sayesinde hem hesabımı
biliyordum hem de hepimizden nefret eden kasiyer kızın öfkesi sebebiyle yapması
muhtemel hatalarını fark edebiliyordum. Bundan daha doğru ne olabilirdi? Bunca
yıl neden bu davranışa karşı çıkmıştım ki zaten? Arkamda bıraktığım seneler
bana şunu öğretmişti: Annem her zaman doğrusunu yapmıştı ve anneler her zaman
doğrusunu yaparlardı. Bu kabullenmişlik ile birlikte, öğrenilmiş davranışları
alt soyuna aktarmaya hazır biriydim artık.
Kasiyer kız nefretini işine
yansıtmamış, işini doğru şekilde yerine getirmişti. Fişte yanlışlık yoktu.
Sadece yedi dakika içinde tüketebileceğim kadar az miktardaki abur cubura tamı
tamına otuz yedi lira yetmiş beş kuruş para ödemiştim. Bu pahalılığı artık o
kadar kanıksamıştım ki, her seferinde isyan etmeme rağmen, aynı boyuttaki
alışverişlere giderek artan ödemeyi tekrar tekrar yapmaktan geri
durmuyordum. Toplumumuzun bir diğer problemi de buydu. Herkes her şeyden
şikayetçiydi fakat bunlar için kimse hiçbir şey yapmıyordu. Bize yalnızca şikâyet
etmeyi ve suçlamayı öğretmişlerdi. Çözüme ulaşmak için ne yapmamız gerektiğini
bilen yoktu. Vardıysa da bilenlerin sayısı yeterli gelmiyordu adaletsizliklere,
yanlışlara dur demeye. Yazımın başında size sözünü ettiğim, kendime karşı
duyduğum öfkenin temel nedeni de buydu işte. Kendimi koruyamıyordum. Yalnızca
devlete karşı da değil, hiçbir şeye karşı kendimi koruyamıyordum. Hayır
diyebilmek öğretilmemişti bana. Nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. İşi
arkadaşlıktan ayıramıyordum. Mahalle bakkalının önünden süpermarket
poşetleriyle geçemiyordum örneğin veya tam şu an iki adım arkamdan beni takip
etmekte olan Cafer'in her defasında beni bir şekilde zor durumda bırakmasına
seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyordum.
Bir yandan ilerlerken öte yandan
kendi kendime konuşmaya başladım. "Daha dün seksen beş kuruşa almıştım,
şimdi bir kırk beş olmuş sktiğimin gofreti!" dedim. Arkamdan belli
belirsiz "Hmm, Madrid deplasman" cümlesi yükseldi. O an zamların
şokunu yaşıyor olan ben, bu anlamsız cümleye takılmadan, kendime duyduğum
öfkeme eklenen kazıklanma hissiyle fişi incelemeye devam ettim. Gözüm, stresimi
azaltsın diye çiğnemeyi yıllardır alışkanlık haline getirdiğim, gözle görülür
çene kaslarıma da sebep olan çilek aromalı sakız fiyatına takıldı. "Ulan
iki otuz beşti geçen aldığımda. Ne ara üç otuz yaptınız? Lisedeki çirkin
kızlardan daha hızlı değerleniyor koyduğumun sakızı!" diye isyan edişimden
hemen sonra, yine aynı belirsiz sesin iki adım arkamdan "derbi sıfır"
dediğini işittim. O an sorguladığım hiçbir şeyle bağdaştıramadığım bu cümlelere
anlam ararcasına, ani bir refleksle arkama dönüp "Sen ne saçmalıyorsun
ya?" dedim. Sinir bozucu bir doğallıkla "Abi sen ürün fiyatlarını
söyledikçe, ben de fiyata karşılık gelen İddaa oranlarının pratiğini yapıyordum
kendi kendime. Bu hafta şampiyonlar ligi haftası, biliyorsun." diyerek
açıklama yaptı bana.
Mutlaka birilerinden duymuşsunuzdur veya kendiniz kullanmışsınızdır bardağı taşıran son damla kalıbını. Onun nasıl bir his olduğu kelimelerle ifade edilemez. O anın nasıl ve ne zaman denk geleceğini öğretmezler kimseye. Herkesin bardağı kendine kadardır. Vakti geldiğinde anlarsınız taştığını. Ben de o an en temel ihtiyaçlarımı bile karşılamama izin vermediği halde nedenini sorgulayamadığım süper ekonomimize, sınırlarımı ihlal etmesine izin verdiğim eski sevgilime, karşısında aptal bir mahcubiyet duymaktan kendimi alıkoyamadığım Bakkal Ali Abiye, gerçekleştiremediğim hayallerimin hesabını soramadığım anneme, sırf okul takımında oynadıkları için kendilerine kanaat notunu yüksek tuttuğunu görüp karşı gelemediğim edebiyat öğretmenime ve diğer bütün her şeye, yani aslında tamamen kendime olan nefretimi çıkarabileceğim güçsüz hedefi bulduğumu anlamıştım. İşte benim bardağımın taştığı an tam da bu andı. "Ulan bana bak şerefsiz evladı" diyerek, benim bile kendimden beklemediğim derecede sert bi giriş yaptım. "Senin yüzünden, şu uzay çağında, plastik ördeklere üç bin lira para verdim. Şimdi sktirme bana oranını da İddaa'nı da! bana geldin 'Abi' dedin, 'Televizyonda bir filmde gördüm. Yurt dışında çocuklar bayılıyor bunlara' dedin. 'Ben satıcıyla da anlaştım. Çok ucuza Çin'den getirtiyoruz evimize kadar. Burada tam üç katına satıyoruz. Piyasada bizden başka bunu yapan kimse yok. Zengin olduk abi, bil şimdiden' dedin. Üstüne bir de her şey tamammış gibi 'Kargoyu da adam karşılayacak, ben hepsini konuştum, ayarladım' dedin. Kafamı skeyim, nereden dinledim ben seni! Bir sen mi kaldın ulan koskoca ülkede bu kadar akıllı! Bizim memlekette küvetli ev mi kaldı puşt? Ne oldu lan ördeklere? Nerede yüzecek oğlum bu ördekler? Elimizde, götümüzde patladı hepsi. Üç bin lira be, tam üç bin lira. Yazıktır, günahtır." diye ekledim.
Yeri gelmişken size Cafer'i biraz
anlatmak istiyorum. Onu ilk kez annemin beni yanında götürdüğü altın gününde
görmüştüm. Benim çocukluğumda besili ve şımarık çocuklar zayıf çocukları pek
sevmezlerdi. Ben de hiç sevmemiştim Cafer'i fakat o, annemin en yakın
arkadaşının oğluydu ve ben onunla oyun oynamak zorundaydım. Tanışıklığımız
böyle başladı. Dışarıdan bakıldığında onun sosyal anlamda beceriksiz ve
çevresi tarafından sevilmeyen biri olduğu hemen anlaşılır ki onu tanıyanlar
bunun gerçek olduğunu zaten bilirler. Herkese kendisinin bir yetmiş boyunda
olduğunu söylese de askerlik şubesinde yapılan sağlık kontrolünde boyunun bir
altmış yedi, kilosunun elli sekiz olduğunu bizzat gördüm. İri yarı bir
annesi olmasına karşın kendisinin kemikleri pek gelişmemiş, çelimsiz kalmış.
Çıkık elmacık kemiklerinin ardında duran içine gömülü siyah gözleri çoğu zaman
ilk bakışta korku uyandırsa da aklından asla kötü şeyler geçirmez. Çok iyi
olduğundan değil, kafası kötülüğe basmadığından. Tipik çirkinlerden biridir
işte. Göze batan hiçbir özellik bulamazsınız. Hani sokaktan biri geçer de
"Sokaktan bir adam geçti" deriz ya; işte o cümledeki bir adamdır
Cafer. Ekstrem zevkleri yoktur. Alkol ve sigara kullanmaz. Giysileri ve
aksesuarları yalnızca amacı doğrultusunda kullanır. İhtiyacı yoksa kemer takmaz
örneğin ya da şapkayı yalnızca güneş gözünü almasın diye takar. Şekilci
değildir, şova kalkışmaz. Hayattaki tek tutkusu ne olduğu önemli olmaksızın
kârlı iş yapmaktır. Cafer'i tek cümleyle anlatmam gerekseydi, az verip
çok almak, kötüyü verip iyiyi almak için dünyaya gelmiş biri derdim.
Eğer tek kelimeyle anlatmam gerekseydi de onu tanımlayabileceğim tek
kelime, bahis olurdu. İhtiyacı olsun ya da olmasın, Cafer her
şey hakkında bahse girer. Horoz dövüşlerinden şikeli liglere, mahalli
seçimlerden Altın Kelebek ödüllerine kadar her konu hakkında bahis alabilir.
"Yırttık abicim, yırttık!" diyen Feridun Bitir bir numara ise, bizim
Cafer ikidir. Çirkin görünümü ve düşük olduğunu bildiğim sosyal zekâsı yüzünden
çoğu zaman yalnız dolaşır. Hayatı boyunca sahip olduğu tek arkadaşı ben oldum.
Hiç istemesem de bu durum bana onun hep yanında olmak gibi bir sorumluluk
yükledi. Yine kendimi koruyamamıştım.
Ben bu kadar sert çıkışınca, benden
böyle bir tepki almayı asla beklemeyen Cafer tek kelime edemedi. Karşımda
yalnızca donakaldı. Onun karşımdaki bu güçsüz ve aciz tutumu ateşimi harlayan
bir etki yaptı üzerimde. İlk kez cinayet işleyen insanların neden kurbanları
öldükten sonra dahi saldırmaya devam ettiğini çok iyi anlamıştım. Yaşadığım bu
öfke patlaması da benim ilk cinayetim sayılırdı. Durduğum an pısırık, boyun
eğen halime geri döneceğimi bildiğim için ateşimin son kıvılcımına kadar
çirkinleşmek geliyordu içimden. Öyle de yaptım. "Ulan yavşak! 'Çok kârlı
bir iş buldum ama para lazım abi' dedin. 'Eyvallah' dedim, verdim. Benim mutfak
alışverişlerime kendi gofretlerini dahil ettin. Üstüne hiç utanmadan pis pis
güldün. Ses etmedim, ödedim. Gecenin bir yarısı sormadan çat kapı evime gelip 'Abi
götüm dondu, bi çay yap da ısınalım be' dedin, 'Hay hay kardeşim, ne demek'
dedim, demledim. Ama artık yeter ulan! Ben senin bankan mıyım, hizmetçin miyim puşt?
Ulan bahis olursa basarım diye yıllardır böbreğini gazeteye sarıp dolaşıyorsun
ortalıkta, bir bok kazandığın da yok. Daha dün 'İtalya'da federasyonda çaycı
kuzenim var. Bu haftaki Juve maçı banko handikaplı galibiyet' dedin. Sana
güvenip bahis aldık cebimizdeki son parayla. Sonra ne oldu? tokatlayıp
yolladılar ulan koca Juventus'u senin şom ağzın yüzünden! Sen ne haysiyetsiz ne
aşağılık bir herifmişsin be!" diyerek bunun bir güzel ağzına sıçtım orada.
"Abi ama Ronaldo..." diyecek gibi oldu. Hemen araya girip
"Sıçarım senin Ronaldo'na! Ulan Ronaldo'nun skinde mi kaybetmek? Olan
benim yirmi lirama oldu." diyerek kovdum Cafer'i.
Cafer'in gidişini izlerken, ilk
kez dayak atmış çocuklar gibi söyleyemediklerimde kalmıştı aklım. O
günü takip eden iki hafta boyunca Cafer bana hiç gelmedi. Ben de onu hiç
aramadım. Elimde kalan plastik ördeklerle halının üzerine "Orospu
Cafer" yazdım. Çin'deki satıcıyla iletişime geçip ördekleri iade etmek
istediğimi söyleyen bir e-posta attım. Bana o an anlamsız gelen, çubuklu
harflerle yazılmış bir cevap yolladı. Sonradan cevabını tercüme ettirdiğimde
bana küfür ettiğini gördüm ve "Küçük pipili skik Çinli" diyerek
karşılık verdim. İkinci el alışveriş sitelerine ilanlar bıraktım fakat doğal
olarak kimse bu boktan kanserojen ördeklere talip olmadı. Sadece bir kez,
oyuncakçı olduğunu söyleyen biri ördeklerin ses çıkarıp çıkarmadığını sordu.
Çıkarmıyordu. Benim skik ördeklerim ses bile çıkaramıyorlardı. Zaten bunu duyan
oyuncakçı da tekrar mesaj atmadı. İkinci haftanın sonunda, çözüm arayışlarımın
fayda etmeyeceğini anlayınca mahalledeki Japon pazarının yolunu tuttum. Bana üç
bin liraya mal olan ördek sürüsüne ancak iki yüz lira, iki paket mandal ve bir
plastik kova verebileceklerini söylediler. Samimiyet kurmak ve birkaç parça
eşya daha koparmak için "Bakın ben bunları Çinli bi abiden aldım. Siz de
Japon pazarısınız, kuzen sayılırsınız. Verin bi şeyler daha ayağımız
alışsın." şeklinde bir espri yaptım. Kimse gülmedi. Fakat taktiğim az da
olsa işe yaramış olacak ki tekliflerine beş metrelik yılbaşı ışığını da
eklediler sağ olsunlar. Hemen kabul ettim.
Ertesi gün kapım çalındı. Gelen
Cafer'di. Ömürlük öfke patlaması hakkımı kullandığım, üstelik üzerinden iki
haftadan fazla zaman geçtiği için sert çıkışamadım, "Ne var?"
diyebildim sadece. "Abi biliyorum kızgınsın ama şu ördek işi için muhteşem
bir fikrim var. Beni bi dinlersen sen de çıldıracaksın. Altlarına kurmalı iki
tekerlek takarsak küvete falan gerek kalmaz, yürüyen ördek olur bunlar."
dedi. Sinirden dayanamayıp gülmeye başladım. Gülüşüm Cafer tarafından yanlış
anlaşılmış olacak ki "Senin de kafana yattı değil mi abi? Şöyle yüzün
gülsün biraz ya. Ben olanları unuttum bile." dedi gülümseyerek. "Ya
Cafer, bi siktir git, Allah aşkına rahat bırak beni ya" dedikten sonra
kapıyı yüzüne kapattım.
Salona gelip, duvara LED ışıklarla
"Orospu Cafer" yazdım.
Okumadım ama yazmaya devam :)
YanıtlaSilhahahahahaha muthis!!!!
YanıtlaSilhakkaten iyi xd
YanıtlaSil888sport: How to Register a New Account at 888sport Casino
YanıtlaSil7 steps1.Click on the 'Sign up' button at the top right 세종특별자치 출장샵 corner2.Once at 888sport, 인천광역 출장안마 click the 'Join 광명 출장샵 Now' 충주 출장마사지 button.3.Enter your details in 부천 출장마사지 the 'My Account' field.