Kasım 23, 2018

O dediğin mümkün değil

"Düşünsene sevgilim, bir çocuğumuz olursa ne kadar da zeki olur! Değil mi?"

"Kuşum, çocuğun anasının sen, babasının ben olduğunu kabul edersek, ki aksi durum bir aile dramına dönüşür, asla bir Newton ya da Leo da Vinci olmayacaktır. Yani kendimden yola çıkarak örnek verecek olursam, yapabileceği en 'Affferin ulan sıpa!'lık davranış, yemeğinin son lokmasıyla, içeceğinin son yudumunu denk getirebilmek olacaktır. Tabii biz en iyisini isteyelim fakat çok da uçmayalım, değil mi kuşum?"

"Of ya Fidel! Seninle de hayal kurulmuyor. Ne var yani iki dakika güzel şeylerden bahsetsek, mutlu olsak? Ölürsün değil mi? Kötümsersin, karamsarsın. Başka bir şey bilmezsin."

"Fakat benim minik kuşum, bu dediğin olacak bir şey değil ki. Biraz daha sakin düşünürsen bana hak vereceksin. Sana şu şekilde bir örnek vereyim. Mesela bu dâhi dediğimiz adamların, tamamı olmasa bile, genel olarak özelliklerini incelediğimiz zaman ya gerçekten zeki bir aileden gelip ailelerinin genetik miraslarından faydalanıyorlar ya da ailelerinin içinde çok şiddetli sorunlar yaşayıp ve kendi ailelerine yabancılaşıp uğraşlarına yöneliyorlar. Ben kendi üzerimden örnek vermeye devam edecek olursam, on beş yaşımdayken turizm okumak gibi bir hayale sahip değildim. Yani evde harıl harıl test çözerken 'Tüm soruları doğru cevaplayıp dünyanın en iyi resepsiyonisti olacağım. Bütün oteller benim peşimden koşacaklar. 'Fidelciğim n'olur gel bizim otelin resepsiyonunda görev al, sen olmazsan otelimiz batar, Allah'ın adını verdim bak.' diyecekler. Görürsünüz ulan!' diye düşünmüyordum. Zekâm bu kadarına yetti. Bunu kabul etmesi senin için belki zor olabilir fakat senin sevgilin malın önde gideni. Benim tarafımdan çocuğumuza genetik miras olarak on yedi edebiyat neti kalıyor yani, fazlası değil. Üzgünüm. Beni asla yanlış anlamanı istemem fakat senin de en büyük hayalinin işletme okuyup bakkal açmak olduğunu sanmıyorum minik kuşum. Hadi diyelim genetik aktarım yoluyla değil de, çocuğun psikolojisinin .mına koyarak dâhi yapacağımızı düşünelim. Ne senin kardeşin var ne de benim. Haliyle çocuğun teyzesine atlayan amcası, halasıyla ilişki yaşayan dedesi falan olmayacak. E biz bu çocuğun psikolojisini bu kadar yetersiz aile ferdi kaynağıyla nasıl bozacağız hayatımın anlamı? Çocuk mucit olsun diye gözlerinin önünde mi sevişelim? Tüpçüyü, sütçüyü, hemşireyi mi alalım eve? Ne yapalım benim canım sevgilim?"

Söylediğim her cümleyi önce içimden bir kez tekrarlıyor, üzerine tekrardan düşünüyor ve sonrasında ağzımdan çıkarıyordum. Bu oto-kontrol sistemi konuşmamı biraz yavaşlatıyordu fakat en azından minik kuşumu kıracak bir şey söylemememi sağlıyordu. Minik kuşum ise bu fedakârlığımı görmüyor, üstüme gelmeye devam ediyordu. Halbuki söylediklerime bakılırsa ben kötümser, hayal baltalayan biri değildim. Bilakis, karşımdakine iyilik bile yaptığım söylenebilirdi.

Bu düşüncemi size şöyle açıklamaya çalışayım. İnsanlar genelde kötümserlik ile gerçekçiliği birbirine karıştırır. Bu sanı, kesinlikle doğal bir durumdur çünkü gerçekten de bu iki kavramı birbirine karıştırmak için geçerli bir neden vardır. Her iki kavram da ilk anda kişi üzerinde olumsuz etki bırakır. Bir insana herhangi bir hayalinin olmayacağını veya olamayacağını söylemek, o kişi tarafından olumsuz algılanır ve bunun sonucu olarak siz, karamsar/kötümser damgası yemiş olursunuz. Neden ise tam olarak budur.

Bu yanlış sanının aksine, iki kavramın birbirine asla karışmamasını sağlayan bir neden daha vardır. Kötümserlik, hayalinizin neticesinde üzerinizde oluşabilecek olası olumsuzlukları düşünmez iken gerçekçilik, o hayalinizin gerçek olma ihtimalini değerlendirip, sonrasında yargıya bağlar. Yani insanların karamsar olarak nitelendirdiği kişiler, insanların olmayacak ve belki de onlara zarar verecek hayallere doğru sürüklenmesine neden olan iyimser(!) kişilerden daha iyi bir amaca hizmet ederler. İyimser kişiler sizi hayallerinizle baş başa bırakır ve sizinle ilgilenmezler. Sizin karamsar dediğiniz kişiler ise hayallerinize ortak olarak, sizin adınıza hayalinizi tartarlar. 

O an için minik kuşum, bizim gibi gayet sıradan ve ortalama bir çiftten öylesine bir dehâ yaratmanın imkansız olacağını anlayamamıştı. Yapılacak hiçbir şeyimin olmadığını anlayınca, minik kuşuma destek olmak amacıyla "Aslında gebelik sırasında bebeğe klasik müzik dinletmek, bebeklerde zekâ gelişimini artırıyormuş." dedim. Minik kuşumun birden gözlerinin parıldamaya başladığını görünce, o sevimliliği karşısında dayanamayıp "Üstüne bir de küçük yaşta piyanoya yazdırırız be! Dâhi evlâdım benim!" diye ekledim.

Canım sevdiğimi inanmadığım masallarla kandırmıştım. İyi mi yapmıştım? Hâlâ bilmiyorum.

Kasım 19, 2018

Yine de siz bilirsiniz

"Vapura binmek bence süper bi şey."
"Evet, bence de öyle. İnsan derdini denize döküyor, hafifliyor."
"Ben portakal suyunu seviyorum en çok."
"Anlamadım."
"Ben diyorum. Vapurun en çok portakal suyunu seviyorum."

Gerçekten de vapurla yolculuk yapmayı sevmemin en büyük nedeni, yolculuk sırasında satılan portakal suyudur. Ne trende, ne dolmuşta ne de otobüslerde taze sıkılmış portakal suları satılmamasından ötürü tercih ederim vapuru. Her sabah halden alınan çuvallar dolusu portakalları düşünüp giderim iskeleye. Vapur çaycısının, tazeliği bozulmadan portakalları ikiye ayırışını, turuncu demirden portakal sıkacağına yerleştirmesini, demir kola güç uygulayıp portakalın suyunu ayrı, posasını ayrı yerlere göndermesini hayal ederim her vapur yolculuğum öncesinde. Portakal suyu kadar olmasa da etkili olan diğer şey ise eski tip sert plastik bavullarda çağın çok ötesindeki küçük limon sıkacaklarını yalnızca bir liraya satan seyyar satıcılardır. Ayda minimum üç gidiş, üç dönüş olmak üzere toplamda altı kez vapura biner ve en az üç defa bu asrın buluşu olan limon sıkacaklarından satın alırım anneme. Satıcı o küçücük aleti öyle bir anlatır, ayaküstü öyle deneyler yapar ki, Cern'deki profesörlerin çarpıştırdığı atomlara bile şaşırmaz insan. Aynı anda hem limon sıkma işini yapan, hem sıktığı limonun suyunu kapaklı haznesinde saklayabilen bu ufacık yaklaşık beş santimlik aletin büyüsüne kapılıp ona sahip olma fikri bedenimi ele geçirir.

"Anladım. Ben de severim portakal suyunu."

Bok anladın. Anlamadın ve saçma buldun. Amacımız eğer bir yerden bir yere ulaşmak ise, vapur zaten çok kullanışlı bi' alet değil ki! Denizin yeri belli, şekli belli, coğrafyası belli. "Hadi bugün evimin önünden vapura bineyim." diyemiyorsun bi' kere. Eğer balıkçıl leylek değilsen, vapura ulaşmak için gitmen gereken bir iskele var. Yolculuk yapabilmek için yolculuk yapmak zorunda olmak mantıklı mı? Canın portakal suyu ister, gider binersin tabii ki. Çünkü alternatifi yok portakal suyunun. Oysa yolculuk için çok sayıda alternatif var. Otobüs var, dolmuş var, metrolar var, banliyöler var. Mesela otobüsü düşünelim. Evinin önünden kalkanı da var, sokak sokak gezeni de. Her durakta yeni insanlar biniyor, bazıları iniyor. Sürekli değişim ve sirkülasyon var. Karşında oturan amcayı incelemeyi bitirip tam sıkılmaya başlayacaksın ki, o amca sıradaki durakta iniyor ve bambaşka biri oturuyor önüne. İnsanlar sürekli değiştiği için sıkılmamış oluyorsun. Örneğin yolculuk sırasında için bunalıyor ya da sıcak basıyor, "İneyim de yürüyeyim." diyorsun, hop, iniveriyorsun. Özgürlüğü, daha anlamını bilmeden ihtiyaç listemizin ilk sırasına yerleştiriyoruz da, yolculuk yaparken niye tutsaklığa mahkum ediyoruz kendimizi? Vapurda ne durumda olursan ol mecbursun beklemeye. Hadi canın sıkılsın da git kaptana söyle bakalım, "Kaptan beni durakta atar mısın?" diye. Mümkün mü böyle bi' şey? Değil. Hele hele dolmuşu bu kıyaslamaya almıyorum bile. Dolmuş, ulaşımın Muhammed Ali'sidir, Ayrton Senna'sıdır, Michael Jordan'ıdır. Dolmuş, modern dünyanın özgürlük bahçesidir. Bineceğin yeri sen seçersin, ineceğin yeri sen seçersin. Yeri gelir hareket halindeki minibüslere biner, henüz durmamış minibüslerden atlayıverirsin aşağı. Lunapark'ta almaya korktuğun güvenli riskleri, dolmuşta hiçbir güvenlik önlemi olmadan yaşarsın. Adrenalin yuvasıdır dolmuşlar. Yeri gelir para kutusunun yanına oturur muavinlik yaparsın, yeri gelir direksiyonu tutarsın sanki seninmiş gibi. Dolmuş samimidir her şeyden önemlisi. Vapura binerken "Kartta para var mıydı lan? Ötmesin şimdi s.ktiğimin aleti." diye düşünürsün. Dolmuşta paran eksikse bile mutlaka biri çıkar üstünü tamamlayan. En olmadı şoför kendisi teklif eder "Sonra ödersin." diyerek.

İnsanlardaki vapur romantizmini anlayabiliyorum yine de. Döngüye alınmış hayatlarının içinde yaptıkları tek kaçamak vapura binmek olunca, olay yolculuktan çıkıp aktiviteye dönüşüyor. Bu nedenle farklı anlamlar yüklemeye çalışıyorlar. Halbuki sadece üç saniye üzerinde düşünseler "Hadi bugün vapura binelim diye plan mı olur mnıskym!" diyecekler. Korktuklarından düşünmüyorlar. Yoksa ben hiç görmedim sevgilisi tarafından aldatılıp da vapur yolculuğunu tamamlayınca "Amaaan çok da s.kimde, vapura bindim ya o bana yeter." diyen insanı. Doğal gaz faturasından beli bükülmüş asgari ücretli de görmedim "Hmmphhsss! Canım vapurum, sen yoksan koyarım öyle kombiye!" derken. Kimse derdini sırf vapur üzerinde diye denize dökmez.

Vapur çok eğlenceli değil, siz çok sıkıcısınız.

Kasım 16, 2018

ilişkiler üzerine uyumsuzluklar

Sıra arkadaşım orhan, babası TEDAŞ'ta görevli bir memurun çocuğuydu. Her memur çocuğu gibi Orhan'ın da büyük olmayan fakat içi huzur dolu hayalleri vardı. Küvetli bir evi çok istiyordu çünkü hayatında hiç küvete girmemişti. Sürekli küvet içinde yapacağı şeylerden bahsediyordu. Litrelik İpek marka şampuan alıp köpürtecekti. Odasında duran küçük teyp için uzatma kablosu satın alıp, banyoda müzik dinleyecekti. Parmak uçları buruş buruş olduğunda derisini inceleyecekti. Bu ve bunun gibi garip fikirlerini her ders arası anlatıyordu. Bu durumdan rahatsız olmuştum çünkü Orhan'ın küvetteki eylemlerinden bana neydi!? Orhan'ı bu hayallerini bana anlatmaması konusunda ve hatta kimseye anlatmaması konusunda sıkıca uyardım. "Ama sen benim sıra arkadaşımsın." dedi. "Lan s.ktir git, seni ıslak ıslak hayal etmek istemiyorum." dedim. Hak verdi.

Pek arkadaşı olmayan Orhan'la aynı servisteydik aynı zamanda. Her sabah önce o, ondan beş dakika sonra ise ben biniyordum. Annesi her sabah Orhan'a en düşük kalite sucuk ihtiva eden tost yediriyordu. Bu eylem, o dönemlerde Orhan'ı bulmayı kolaylaştırıyor olsa da, servisin içini leş gibi kokutmasından ötürü herkesin Orhan'dan uzaklaşmasına neden oluyordu. Ben ise bunu umursamıyordum çünkü Orhan'da gerçekten ilginç, beni ona çeken bir şeyler vardı. Elektronik aletlere, pillere ve bilgisayara özel bir ilgi duyuyordu. Henüz aletlerin hiçbirini yaygın olarak kullanmıyor olsak da Orhan'ın her biri için ayrı defterlerde tuttuğu notlar vardı. Çalışma prensipleri, verimlilik deneyleri ve üç boyutlu modellere kadar her şey, o notlar arasında yazılı ve çiziliydi. Sanırım beni Orhan'a çeken şey buydu. Herkesin sandığının aksine büyük potansiyeli olan ve bununla ilgili çabaları olan biriydi. Özel yeteneklerini öğretmenlerden bile saklamıştı. Onun özel yeteneklerinin farkına varmak için, sucuk kokularından örülü duvarını aşmak gerekiyordu ve ben biraz mecburiyetten de olsa bu duvarı aşmıştım. Kendimi ilk kez birinin yakın dostu gibi hissediyordum.

Günler günleri kovaladı. Orhan git gide farklı davranmaya başladı. Bu değişimi fark ediyor ve anlam veremiyordum. Eski, gizemli ve yalnızca benim anlayabildiğim Orhan gitmiş, yerine daha sosyal, derslerde söz alıp bildikleriyle öğretmene eşlik eden, daha popüler biri gelmişti. Üstelik fark ediyordum ki artık sucuk da kokmuyordu. Sucuk duvarını kaldırdığında Orhan'ın içinden adeta bir Can, hatta Berkcan çıkıvermişti. Orhan'ın en yakını olduğumu düşündüğüm için, bu sosyal yaşantıyı kaldıramayacağını ve en nihayetinde benim olan Orhan'a geri döneceğini düşünüyordum. Belli bir süre onun sucuklu toslara, çizimlerine ve eski puslu ruhuna geri dönmesini bekledim. Ta ki sınıfın gözde kızlarından Buse ile konuştuğunu görene dek.

Bardak taşmıştı. Benim Orhan'ım, artık Buse'nin Berkcan'ı, öğretmenlerin Orhan'cığı olmuştu. Kendimi aldatılmış hissediyordum. Orhan'ı benden başka kimse bu kadar yakından tanımamalıydı. Okul bitiminde servisin kalkmasını beklerken konuyu Orhan'a açtım. "Bak Orhancığım" dedim. "Sen benim sıra arkadaşımsın. Ben senin kötülüğünü istemem hiç. Sende son günlerde bir değişim var. Eskisi gibi sucuk kokmuyorsun. Bana küvet fantezilerinden bahsetmiyorsun. N'en var? İyi misin? Evde bir sorun mu var?" diye üstünkörü bahsettim. "Abi ben artık küvet istemiyorum ve ilgi alanlarımı değiştirmeye karar verdim. Beni anla ve daha fazla kurcalama." diyerek onun için verdiğim emekleri hiçe sayarcasına cevap verdi. "Ulan" dedim, "Orhancığım, senin ben ilgi alanına s.çarım. Düne kadar sucuk kokusundan yanına yaklaşmayan insanlarla kırk yıllık dostmuşsun gibi sohbet ediyorsun. Kim ulan onlar? Kimse yokken ben vardım. Sen nereden konuştun da dost oldun bu iki yüzlülerle?" diye ekledim."Abi bizim MSN'de grubumuz var. Oradan konuşuyoruz. İstersen sen de gel, ben sana öğretirim." dedi. İçimden "Sizin ben grubunuzu s.keyim. Siz nasıl beş para etmez, şerefsiz, karaktersiz insanlarmışsınız! Biriniz de gelip çağırmadınız beni. Sizin adaletinizi s.keyim ben!" demek geçse de, tam bir gurursuzluk örneği göstererek, "Canım Orhanım benim, tabii bana da yükleyelim. Çok isterim." diyebildim sadece.

Ertesi gün Orhan bir CD içinde programı bana getirdi. Kurulumu anlattıktan sonra "Güzel bir mail adresi seçmeyi de ihmal etme." diye tembihledi. Aynı günün akşamında kuruluma başlayabilmek için üç saat boyunca güzel bir mail adresi düşündüm. Çünkü ben kurulumu, mail adresi almadan da yapabileceğimi düşünebilecek kadar kıvrımlı bir beyne sahip değildim. Nihayet kendime "0_zan_kinq81@hotmail.com" ismini uygun görüp mail adresimi aldım. Hemen programı kurdum ve giriş yaptım. Artık büyülü bir dünya, kızlar, eğlenceli sohbetler beni bekliyordu. OzanKinq ismi her yerde yankılanacak, okulun duvarlarına yazılacaktı. Orhan'ın telefonu olmadığı için -belki vardı da onu da benden saklamıştı g.toş, bilmiyorum- o gece aldığım mail adresini ona bildiremedim. Gruba yarın girecektim.

Daha serviste mail adresimi Orhan'ın eline tutuşturdum. "Orhanım bu akşam ilk iş beni gruba almayı unutma he mi?" dedim. "Hallederiz yaa" diye ağzını yaya yaya cevap verdi Orhan bana. Orada ağzının ortasına yumruğu indirip "S.ktiğimin şekilcisi seni" demeyi çok istedim ama o an Orhan'a muhtaçtım. Bu hayalimi sinsi gibi başka bir güne erteleyerek, "Canım Orhanım be!" demekle yetindim.

Artık gruptaydım. İlk kez teletext gören çocuklar gibi büyülenmiştim. Darkness yazıyor, Tweety ona cevap veriyor, Hamza göz kırparken B€nnU yerde yuvarlanan sarı kafalar yolluyordu. Hamza, bizim Ayı Hamza'ydı evet fakat bu Darkness da neyin nesiydi? Tweety kimdi? Orhan bunlardan hangisiydi? Sanki "9-D Sakinleri xD" grubunda değildim de "Triger Kayışı Kopmuş Kamyon Şoförleri" grubundaydım. Hiçbir şey anlamıyordum. Kaosun ortasında kalmıştım. Bi' on dakika kadar ses çıkarmadan ortamı incelemiştim ki, "yaLnıZ mühendiSsS" ismiyle Orhan'ı ensesinden cımbızla yakaladım. Orhan kısa ve net olarak "Arkadaşlar! Sıra arkadaşım ozan da geldi." diyerek beni takdim etti. Artık Orhan'ın benim sıra arkadaşım olmadığını, aslında benim Orhan'ın sıra arkadaşı olduğumu orada anladım. Toplumdaki statüm bir basamak gerilemişti. Beni tanımlamak için Orhan gerekliydi artık. Silik biri olmuştum. Kısa bir karşılama faslının ardından herkes kendi sohbetine devam ederken, o gece benimle kimse konuşmadı. Kocaman bir havuz partisinde, kenarda oturup garsonlarla sohbet etmek zorunda kalan çocuğa dönüşmüştüm.

Sınıfta birbirlerinin yüzlerine bakmayan arkadaşlarım, akşam olunca kırk yıllık dostlarmışcasına kahkahalarla sohbet ediyorlar, birbirleriyle ne kadar eğlendiklerini fark ediyorlardı. Sıra arkadaşım Orhan bile çok eğlenceli geliyordu herkese. Aylardır tek bir selam bile verme gereksinimi duymadıkları, hatta kendisinden kaçtıkları Orhan'la bu kadar eğlenebiliyor olmaları, ilk defa ilişkiler üzerine çıkarım yapmamı sağlamıştı. Başka maskeler altında herkes olmak istediği insanmış gibi davranıyor ve diğerlerinin de bunu yapmasına göz yumuyordu. Çam yarması Ayı Hamza, sınıfta iki kelimeyi bir araya getirip Bennu'ya selam bile veremezken; aynı Hamza, akşamları Bennu'nun kalbine giden kapıların anahtarlarını elinde tutuyordu. Herkes profesyonel birer yalancıydı ve halinden memnundu.

Üç akşam boyunca grupta "Ozan" olarak varlığımı sürdürmeye çalışsam da, kimse "Ozan" ile konuşmak istemedi. Bi' daha gruba girmedim. Kimse de fark etmedi zaten.

"OzannKinq" olsaydım herkes konuşmak isterdi.

Kasım 13, 2018

sarı papatya

günaydın benim biricik sevdiğim!

yine tüm işlerimi son ana bıraktığım için gece boyunca çalıştım ve ancak şimdi uyanabildim. şşş, düşürme yüzünü n'olur. biliyorum uyanmamı beklerken çok sıkılıyorsun ama biliyorsun işte, hep böyle yapıyorum. hem tüm işlerimi hallettiğim için bugün tüm günümü sana ayıracağım ve istediğin kadar konuşabileceğiz. şimdi izin ver önce bi' kahvemi içeyim ama önce sigara almam gerek. yine ayarlayamamışım kendimi, biraz fazla kaçırmışım gece.

asım abi hala öğrenemedi ne marka sigara içtiğimi. her gittiğimde "beyaz viston muydu" diye soruyor. "yok abi, ccamel ccamel" diyorum, böyle c'leri vurgulayarak. seni özlemiş o da. "yanında o varken daha yakışıklıydın sen, şimdi g.tüme benziyorsun." falan diyor. ben de gülüp geçiyorum. asım abi işte, n'apayım? 

arkası kırık sandalyeye oturdum yine. kahvemi de aldım yanıma, balkonda içiyorum. gördün mü? sen burada olsan da olmasan da ben hep aynı sandalyeye oturuyorum işte. hatta şimdi fotoğrafımı çekip sana göstereceğim geldiğimde. takıntı haline getiren ben değilim yani, sensin. şu balkondaki üstü kopmuş terliği de atacaktık güya. o iş de yarım kaldı. hala üstüne basıyorum. hareket de etmiyor s.ktiğimin terliği. öylece sabit durup içmek zorunda kalıyorum kahvemi, sigaramı. 

inanmayacaksın ama dün sokaktan şu siyah saçlı kız geçti. hani daha ilişkimizin ilk ayında beni uzun uzun süzmüştü de bi' güzel indirmiştin ya yumruğu gözünün üstüne. hatta "aşüfte karı" demiştin öfkeyle. ağzımız yüzümüz batmasın, rezil olmayalım diye sossuz yemekler yiyorduk daha o zamanlar. o kadar kırılgan zamanlarımızda senden gelen bu "aşüfte" atağından sonra iyice rahatlamıştım ben de. sen bilmiyorsun tabii ama arkadaşlara falan hep anlatmıştım, "benim hanım, kızın anasını s.kti bıraktı." diyerek. 

işler güçler de hep bildiğin gibi. gidiyoruz, geliyoruz. değişen hiçbir şey yok. zaten ülkece ekonomik anlamda zor günlerden geçiyoruz, sen de fark etmişsindir illa ki. dükkan sahibi ofis kirasına zam yaptığı için biz de ürünlere biraz zam yapmak zorunda kaldık. henüz sana çok istediğin eski ford ka'lardan alacak parayı biriktiremedim yani. olsun, sen beklersin yiğidini. değil mi? aslan sevdiğim benim! 

ben ufaktan çıkayım yola. otobüs saati de yaklaştı, seninle laflayacağım diye sana geç kalırsam fazla ironik olur. üstüne bi' de ağzıma s.çarsın. vestiyerin yanında sürekli kafamızı çarptığımız doğal gaz borusu vardı ya hani, onu da kapaklı dolap gibi bi' şeyin içine koydurdum ustanın birine. 50 lira aldı yavşak herif alt tarafı dört vida sıktı diye. her neyse, kafam çarpmıyor artık. yeri gelmişken itiraf edeyim. bazen sadece çarpmış gibi yapıyordum çünkü çok güzel öpüyordun be kafamı. vallahi bak, o kadar öpüştük, seviştik, ne bileyim koklaştık ama şu kafamdan öpmelerinin yeri bambaşka olarak kaldı bende.

işte! benim güzel yarim... sen bu taraflara gelmiyorsun artık ama ben bu tarafları sana getiriyorum böyle ufak hatıralarımızla. benim seni özlediğim kadar, sen de buraları özlemişsindir muhakkak. yeni evine yaklaştıkça çok heyecanlanıyorum hala. tıpkı ilk günkü buluşmamız gibi... hani fırının önünde buluşmuştuk, ikimizin de canı birbirimizden habersiz olarak ekmek çekmişti de o an söyleyememiştik utancımızdan. o fırın da kapanmış bu arada. geçtiğimiz ay denk geldiğimde fark ettim. 

toprağın biraz kurumuş sevdiğim. uzun zaman da olmadı halbuki ama pastırma sıcakları işte, çok bunaltıcı oluyor namussuz. sıkma canını, güzdeyiz artık. yağmurlar başlar yakında. sık sık duş alırsın, saçların da yağlanmaz hem. ahh ah! şu takıntı haline getirdiğin saçların... sana hep dedim, "her gün duş alınmaz! saçının kafa yağına da ihtiyacı var." diye. beni hiç dinlemedin. şimdi kış gelsin de gör o zaman nasıl yıpranacak saçların. "yiğidim dediydi." dersin. 

bak, gidenin arkasından konuşmak bana yakışmaz. bilirsin çok delikanlıyımdır fakat sana kırgın olduğumu bilmeni isterim. tamam, belki işe gidip gelebiliyorum. birkaç saat azaltmış olsam da uyuyabiliyorum artık. sırtımın tamamını olmasa dahi büyük kısmını sabunlayabiliyorum da tek başıma, hepsine tamam. fakat sen yokken bi' türlü ağlamayı beceremiyorum ben. sen beni bilirsin. aptal duygusal filmlerde bile ağlarım da sen benimle dalga geçersin, hep öyle olmadı mı? senden sonra hiç ağlayamadım. sana bile ağlayamadım. nasıl ağlayayım, kim silecek benim gözyaşlarımı? nasıl anlatsam sana? mesela bi' gün uyanıyorsun -ki uyanmak artık senin için anlamlı bir kelime değil- ve yürüyemiyorsun. nasıl değişik gelir değil mi o his? her gün yaptığın şeyi yapamamak gibi işte.

önümüzdeki sefer kahverengi battaniyeyi de getireceğim. kimselere vermediğim, sırtımda şehir şehir dolaştırdığım, çocukluğumdan kalma... üşütme buralarda. seni çok özledim.

Kasım 12, 2018

erkeklerden biri

"alp'i öyle görünce ne yapacağımı bilemedim zaten. inanabiliyor musun ya? sen benimle mesajlaşıyorsun, bana umut veriyorsun. sonra gidip o or.spuyla takılıyorsun" 

"ben senin yerinde olacaktım var ya yeşim, masalarını basar, yemeklerini üstlerine döker, bi de tokat patlatır rahatlardım. sen yine olgun davranmışsın vallahi."

"hıı yapardın. murat seni göt gibi bıraktı ortada. çok bi b.k yapabildin sanki."

"ay aysel sen de bi tavsiye verdin iyi ki. tamam işte seni dinlemedim ve pişman oldum. üç ay oldu yahu n'apayım gidip ilişkisini mi bozayım çocuğun?" 

"boz kızım. bozacaksın yavrum! o seni mutsuz ediyor, sen niye altta kalıyorsun ki? ağlayan üzülen sen oldun, o keyfine baktı. daha mı iyi oldu şimdi?"

"ya selin burada bi şey anlatıyorum farkında mısın?"

"yeşim kusura bakma ama seni de defalarca uyardım. alp'in yavşak olduğu dışarıdan bakarken bile belli oluyor. çocuğun tanımadığı kimse yok okulda. herif ayaklı instagram gibi be." 

"öf aysel tamam sus ya."

kimse birbirini dinlemediği bu masada, ben ise hiçbir şey anlamamama rağmen herkesi dinliyordum. çocukluktan beri kadınlar arasında büyümüş olmanın verdiği tecrübe ile, erkeklerin konuşulduğu bir kadın masasında asla konuşmamam gerektiğini öğrenmiştim fakat bu sohbetler de neyin nesiydi? alp neden yavşaktı ve murat neden böyle bir or.spu çocukluğu yapıyordu bu melek gibi kadınlara? kafam karma karışık olmuştu. hormonlarım alp'in yanında durmak isterken, zihnim beni masaya çiviyle sabitliyordu. bahsi geçen bu yavşak insanlar benim arkadaşlarım olabilirlerdi. belki bu insanlarla halı saha yapmış bile olabilirdik. murat ilişkilerinde başarısız olabilirdi fakat belki de santrafor mevkisinde çok yetenekliydi. bi kadının başını değil de futbol topunu göğsünde yumuşatmayı seçmiş alp'e yavşak demek istemiyordum. kendimi düşman kuvvetler arasına özel göreve gönderilmiş şaban gibi hissediyordum. en az onun kadar salak ve görevime bağlıydım. 

aysel, her kadın grubunda var olan, hayattaki misyonu yalnızca diğer kadın arkadaşlarının ilişkileri hakkında atıp tutmak, onlara yol göstermek, sözü dinlenmediği zaman ise tavır alıp "sen bildiğini yap kızım ama sonra bana gelip ağlama" diye tehditkar olan kilolu, esmer, dalgalı saçlı biriydi. içlerinde en çok korktuğum oydu çünkü kurduğu her cümlenin içinde "erkeklerin anasını s.kmeliyiz." diye haykırıyordu adeta. alp'ten bahsederken şakakları şişiyor,  burak'ları üst kolundaki yumuşak etlerle vurarak terbiye ediyor, murat'ları gıdısındaki darağacında sallandırıyordu. aysel erkeklerden nefret ediyordu. 

alp'i başka biriyle otururken gören yeşim, o an hiç aysel'in tavırlarını çekecek durumda olmadığı için yeni kurban olarak beni seçti ve anlayacağımı uman bakışlarla hikayesini en baştan anlatmaya başladı. söylediği her cümlenin sonunda kafamdaki soy ağacı tablosuna kişileri yerleştirmeye, kimin kiminle nerede ne yaptığını berraklaştırmaya çalışıyordum. yeşim ise buna fırsat vermiyor, anlattıkça anlatıyor, benim de kendisine hak vermemi bekliyordu. zaman kazanmak için yaptığım değişik "anlıyorum ve katılıyorum." mimiklerim bir yerden sonra kontrolümden çıktı. yeşim'in hikayesi ile mimiklerim senkronu tamamen yitirmişti artık. öyle bir hal almıştım ki, bir yandan terliyor, bir yandan "canım yaa nasıl da üzmüşler seni" üzüntüsünü vermeye çalışıyor, aynı zamanda gözlerimden ateş çıkartarak alp'i yakmaya çalışıyordum. bu durumun benzerini, farklı yerde tıraş olduktan sonra müdavimi olduğum berberin önünden geçerken ya da alışveriş merkezinde mutfak alışverişimi yaptıktan sonra mahalle bakkalının önünden geçerken hissediyordum. hatta bir keresinde sırf berber yusuf abi'yi görmezden gelmek amacıyla telefonla konuşuyormuşum gibi yapayım diye düşünürken bunu eyleme dökememiş, ellerim bomboş halde, ortada telefon falan yokken yusuf abi'ye doğru dönüp "abi telefonum çalıyor" demiştim. yusuf abi'nin suratındaki "embesil puşt" ifadesini hala unutamam.

bu kontrolsüz halim artık düşünme kabiliyetimi elimden almıştı. "ya yeşim" dedim. "kusura bakma da ben o alp'in kaynatasını s.keyim. or.spu evladı ya nasıl asabımı bozdu. ulan ben senin gözyaşlarını o alp'in g.tüne sokarım. onun ben cibiliyetini s.keyim" diyerek alp'e bir, yeşim'in babasına iki, anasına üç sövdüm. kendimi durduramıyordum. bütün yaşam zorluklarım gözümün önünden geçiyordu. berberim aşağılar gözlerle bana bakıyor, bakkalım "senden utanıyorum" diyordu. durdurulamaz, karşı konulamaz bir güçle ilerliyordum. benden böyle bir atağı hiç beklemeyen masa lideri aysel'e dönüp "senin de karakterini s.keyim. utanmıyor musun kız burada ağlarken kendini övmeye, "ben demiştim" demeye. yazıklar olsun sana da dostluğuna da be!" diyerek masadan kalktım. 

her tarafım karıncalanıyordu. sıcak havada titriyordum. bu kadar erkek kötülemesini bünyem kaldırmamıştı. hormonlarım zaferlerini kutlarken, yasin'i arayıp "s.ktir et! sana kız mı yok kardeşim!? yarın akşam bilardoya gidiyoruz, itiraz istemiyorum. hesaplar benden!" dedim. 

Kasım 11, 2018

semihler ve orta sıradakiler

dün yine yapacak hiçbir şeyim olmadığı için kendi kendime düşünürken konu konuyu açtı ve en nihayetinde ilkokul dönemime kadar geri geldim. bizimkisi sanki bi aile ilkokulu gibi olduğundan, herkesin annesi birbirini tanır, birlikte altın günleri düzenlerlerdi. hepimiz, başka bir velinin yarım evladıydık adeta.

hal böyle olunca da ilkokuldaki arkadaşlarımın çoğu, bir şekilde hafızama daha fazla kazınmıştı. o yıllara ait sınıfça çekildiğimiz fotoğrafa bakıp isimleri saymaya koyuldum. bir kısmını hatırladım ve bir kısmını hatırlayamadım. sonra hatırlayamadıklarımı, neden hatırlayamadığım hakkında düşündüm ve şu sonuca ulaştım. eğer hayatta akılda kalıcı biri olmak istiyorsak, ki akılda kalmak her zaman olumlu değildir, ya en önde oturan "öğretmenim ödev vardı!" diyen ya da en arkada oturup "lan ayıktırmasana öğretmeni g.t" diyen olmalıyız. orta sıradakileri kimse hatırlamaz. onların tek işlevi arka sıralardaki öğrencilerin ön sıralardakilere fırlattığı silgi parçacıklarına kalkan olmak ve öğretmenin arka sıradakilere fırça amacıyla ilerlediği dar koridorda salak sorular sorarak öğretmenin dikkatini dağıtmaktır. aralarındaki potansiyelli çocuklar ise yanlarındaki ses çıkarmaya korkan tipler tarafında sindirilmeye ve silinip gitmeye mahkum kalırlar. eğer orta sıradaki çocuk sizseniz, yüksek sesle konuşmaya başlarsınız çünkü kimse sizi dinleyecek kadar ciddiye almaz.

ben bunları düşünürken gözüm motosiklet semih'e takıldı. motosiklet semih sınıfımızda "piç" diye tabir edilen çocuklardan biriydi. esasen iyi biriydi fakat sınıftaki serseri çocukların gazıyla önce motosiklet lakabını aldı, daha sonra da kötü biri olmayı seçti. ona motosiklet diyorduk çünkü gerçekten çok hızlı bi çocuktu. sınıf maçlarında mevkisi yoktu çünkü mevkiye ihtiyacı yoktu. on saniye önce gol atmış daha sevinci bile bitmemiş semih, on saniye sonrasında defansta çizgiden top çıkarıyor, yalnızca dakikalar sonra rakibin kazandığı penaltıyı adeta bir kaplan edasıyla uçup kurtarıyordu. semih takımın her şeyiydi.

her ilkokul piçinin sahip olduğu gibi, semih'in de kendisine takıntı haline getirdiği kız arkadaşları vardı. okulun gözde/zengin kızları bu piçler tarafından takibe alınmış durumdaydı. özüm, babası o dönem iktidar partisinin bizim ilçedeki başkanının kızıydı. hali vakti yerinde bir müteahhitti aynı zamanda. her sabah okula babası koyu mavi bir araçla bırakıyor, akşamları ise aynı araçla alıyordu. kantinci asım abi'nin en sevdiği öğrencilerdendi. özüm'lerin ekonomik gücünü şu an tarif etmek istesem, onun yediği tostun sarılı olduğu kağıdı, şu anki dolar kurundan ötürü alamayan birkaç dergi ismi sayabilirim olurdu.

semih, özümü tavlamak için birçok şey yapıyordu. atletine özüm yazıp gol sonrası forma altından atletini gösteriyor, renkli kalemler ile özüm'ün defterine kalp çiziyor, her gün özenle saçlarını jöleliyordu. hatta bir keresinde, verilen ödevi neden yapmadığını açıklarken "özüm'ü düşünüyordum" demişti. bu, o yaşlarda gerçekten inanılmaz bi şovdu.

semih biraz salak biriydi. beyni, atik vücudu kadar iyi gelişmemişti. dünyayı üç boyutlu göremiyordu anladığım kadarıyla. mesafeleri beyin süzgecinden geçiremiyordu. onun için on beş metre yükseklik ile elli beş metre yükseklik arasında bir fark yoktu. ikisinden de aşağı atlayabilirdi. en fazla dizleri kırılırdı. kırıldı da. kepçe hasan beden eğitimi dersi sırasında zehri salmıştı. gerçek aşk risk almayı gerektirirdi ve semih özüm'ü çok seviyorsa pencereden aşağı, su deposunun çatısına atlamalıydı. algısal muhakeme yeteneği sıfır olan semih, eşofmanlarıyla pencereden aşağı atlayıp kiremitleri kırarak iki bacağını çatıdan içeri sokmayı başardı. tabii her iki bacağını da kırarak...

daha sonra biz 4 ay boyunca semih'i görmedik. duyduk ki bunun iki bacağını da dize kadar alçıya almışlar. yürüyemiyormuş. kepçe hasan en ufak vicdan yapmadı. özüm de ikinci dönem nakil ile başka bir okula gitti. semih ilk mağlubiyetini kepçe hasan'dan almıştı. özüm'le maç bile yapmamıştı.

bugün sabah facebook'ta gördüm semih'i. evlenmiş. profilinde bebeği ile çekilmiş fotoğrafa "hoşgeldin atik bebek" yazmıştı. ufak bi gülümsemeyle "vizyonunu sikeyim, inşallah mutlusundur" dedim. artık semih de orta sıralardakilerden biri olmuştu.

Kasım 09, 2018

bir takım başarısız girişimler


Aldığım birkaç parça abur cuburun parasını ödemek için kasa sırasında bekliyordum. Kendime duyduğum müthiş öfkeye eklenen sıkıcı bekleyiş yetmezmiş gibi, bir de eylül sıcağı zorluyordu gerilen sinirlerimi. Kasap reyonunun kendine has kokulu serinliğinden eser yoktu burada. Hemen önümde bir çift, onların da önünde işlemleri devam eden bir adam duruyordu. Çiftin erkek olanı tipik orta doğu esmerliğinde, sivri ve kemikli yüz hatlarına sahip yakışıklı biriydi. Kısa, kirli sakalına eşlik eden dağınık saçlarına özellikle şekil verildiği belli oluyordu. Bu erkeklerin çok özendiğim bir özellikleri vardır: saçları kirli dahi olsa şekil verilebilir haldedir. Ben ise bu avantaja hiçbir zaman sahip olmadığım için saçlarımı sürekli kazıtmak zorunda kaldım bugüne dek. Enseme yediğim her tokatta da saçlarımın çirkinliğine sövdüm. Fakat bu travma, bugünün konusu değil. Oğlanın yanındaki, sevgilisi olduğunu anladığım kız ise oğlandan biraz daha esmerdi. Dalgalı saçları ve morlu siyahlı elbisesiyle yetmişlerin İspanyol filmlerindeki kadınlara benziyordu. Televizyonda bu kadınlardan çok görmüştüm. Adam ne kadar hoş duruyorduysa, kız bir o kadar çirkindi. Ben içimden kıza piyango vurduğunu düşünüyor olsam da oğlan her fırsatta bu düşüncemi çürütmeye çalışırcasına kızın yanağına eğilip ufak öpücükler konduruyordu. Kız ise bu öpücüklere şımarık gülücüklerle karşılık verip memnuniyetini belli eden sesler çıkarıyordu. Bu yersiz romantizmi asla anlamlandıramıyordum. Her süpermarketin kasa sırasında mutlaka oynaşan bir çift olurdu fakat bu çiftlerin amacına hiçbir zaman kafam basmadı benim. Ne bunu anlatan kitap okumuştum ne de film izlemiştim. Bu davranış içgüdüsel de olamazdı çünkü ben de kız arkadaşlarımla kasalarda çok kez beklemiştim fakat hiç böyle şeyler yapmak aklıma gelmemişti. Belki de biz fingirdeşmeyi bilememiştik. Belki de bu yüzden hep terk edilmiştim.

Kasiyer kız ise aldığı kuş kadar maaşa karşılık olarak günde on iki saat boyunca maruz kaldığı "dıt dıt dıt" seslerinden, istisnasız her müşteriye sorması zorunlu kılınan "skimsonik kartımızdan var mıydı?" sorusundan, barkodu okunmayan etiketlerden ve aldığı ürünü almadığını iddia eden geri zekalı müşterilerden ötürü tüm insanlığa nefret kusmakla meşguldü.  Misafirliğe gelen komşunun oğluyla oyuncaklarını paylaşmak zorunda kalan evin tek çocuğu gibi bakıyordu her müşteriye. Sanki market onunmuş da malları bize hayrına dağıtıyormuşçasına bir mahcubiyet duymaya zorluyordu hepimizi. Herkes büyük bir korkuyla ve suçlulukla dolduruyordu poşetlere aldıklarını. Korkmak sağlıklı düşünebilme kabiliyetinin önünde bir engeldir sevgili okur. Beynimiz korktuğumuz anda mantıklı olana değil, kendimizi korumaya yönelik olan davranışa yönelir. Bu nedenle o anda hiçbirimiz bu hak etmediğimiz öfkeye karşı gelemiyorduk. Herkes payına düşen nefreti yüklenip öyle terk ediyordu marketi. Yani o an bizlere dönüp "Şifreyi hızlı girsenize parmağını sktiklerim!" deseydi ya da skimsonik kartını unuttuğunu söyleyen herhangi birine dönüp "Kendini de evde unutsaydın ya geri zekalı!" deseydi dahi, yemin ederim kimsenin gıkı çıkmazdı. Korku salana yönelik itaat bulunurdu toplum müfredatımızda ve hepimiz bu dersten pekiyi derecesiyle geçmiştik.

Yaklaşık on dakika kadar sonra ben de üstüme düşen haksız nefreti sırtlayıp kendimi dışarı atmayı başardım. Bir elimle poşeti taşırken öteki elimle de -huyum gereği- tuttuğum fişi inceliyordum. Bu, bana annemden geçen bir davranıştı ve şimdiye kadar çok kez işime yaramıştı. Yıllarca bu davranışından ötürü kendisine kızmış olsam da ailesinin davranışlarından kaçmaya çalışan her çocuk gibi ben de özüme benzemekten kurtulamamıştım. Annemin, beğenmediğim neredeyse her davranışını seneler içinde, hem de hiçbir çaba sarf etmeden kendimde toplamayı başarmıştım. Üstelik işin sinir bozucu yanı, yıllarca karşı geldiğim ne varsa, hepsini içselleştirip, doğrusunun bu şekilde olduğuna inanarak yapıyordum artık tüm bunları. Örneğin, yaptığım bu temkinli davranış sayesinde hem hesabımı biliyordum hem de hepimizden nefret eden kasiyer kızın öfkesi sebebiyle yapması muhtemel hatalarını fark edebiliyordum. Bundan daha doğru ne olabilirdi? Bunca yıl neden bu davranışa karşı çıkmıştım ki zaten? Arkamda bıraktığım seneler bana şunu öğretmişti: Annem her zaman doğrusunu yapmıştı ve anneler her zaman doğrusunu yaparlardı. Bu kabullenmişlik ile birlikte, öğrenilmiş davranışları alt soyuna aktarmaya hazır biriydim artık.

Kasiyer kız nefretini işine yansıtmamış, işini doğru şekilde yerine getirmişti. Fişte yanlışlık yoktu. Sadece yedi dakika içinde tüketebileceğim kadar az miktardaki abur cubura tamı tamına otuz yedi lira yetmiş beş kuruş para ödemiştim. Bu pahalılığı artık o kadar kanıksamıştım ki, her seferinde isyan etmeme rağmen, aynı boyuttaki alışverişlere giderek artan ödemeyi tekrar tekrar yapmaktan geri durmuyordum. Toplumumuzun bir diğer problemi de buydu. Herkes her şeyden şikayetçiydi fakat bunlar için kimse hiçbir şey yapmıyordu. Bize yalnızca şikâyet etmeyi ve suçlamayı öğretmişlerdi. Çözüme ulaşmak için ne yapmamız gerektiğini bilen yoktu. Vardıysa da bilenlerin sayısı yeterli gelmiyordu adaletsizliklere, yanlışlara dur demeye. Yazımın başında size sözünü ettiğim, kendime karşı duyduğum öfkenin temel nedeni de buydu işte. Kendimi koruyamıyordum. Yalnızca devlete karşı da değil, hiçbir şeye karşı kendimi koruyamıyordum. Hayır diyebilmek öğretilmemişti bana. Nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. İşi arkadaşlıktan ayıramıyordum. Mahalle bakkalının önünden süpermarket poşetleriyle geçemiyordum örneğin veya tam şu an iki adım arkamdan beni takip etmekte olan Cafer'in her defasında beni bir şekilde zor durumda bırakmasına seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyordum.

Bir yandan ilerlerken öte yandan kendi kendime konuşmaya başladım. "Daha dün seksen beş kuruşa almıştım, şimdi bir kırk beş olmuş sktiğimin gofreti!" dedim. Arkamdan belli belirsiz "Hmm, Madrid deplasman" cümlesi yükseldi. O an zamların şokunu yaşıyor olan ben, bu anlamsız cümleye takılmadan, kendime duyduğum öfkeme eklenen kazıklanma hissiyle fişi incelemeye devam ettim. Gözüm, stresimi azaltsın diye çiğnemeyi yıllardır alışkanlık haline getirdiğim, gözle görülür çene kaslarıma da sebep olan çilek aromalı sakız fiyatına takıldı. "Ulan iki otuz beşti geçen aldığımda. Ne ara üç otuz yaptınız? Lisedeki çirkin kızlardan daha hızlı değerleniyor koyduğumun sakızı!" diye isyan edişimden hemen sonra, yine aynı belirsiz sesin iki adım arkamdan "derbi sıfır" dediğini işittim. O an sorguladığım hiçbir şeyle bağdaştıramadığım bu cümlelere anlam ararcasına, ani bir refleksle arkama dönüp "Sen ne saçmalıyorsun ya?" dedim. Sinir bozucu bir doğallıkla "Abi sen ürün fiyatlarını söyledikçe, ben de fiyata karşılık gelen İddaa oranlarının pratiğini yapıyordum kendi kendime. Bu hafta şampiyonlar ligi haftası, biliyorsun." diyerek açıklama yaptı bana.

Mutlaka birilerinden duymuşsunuzdur veya kendiniz kullanmışsınızdır bardağı taşıran son damla kalıbını. Onun nasıl bir his olduğu kelimelerle ifade edilemez. O anın nasıl ve ne zaman denk geleceğini öğretmezler kimseye. Herkesin bardağı kendine kadardır. Vakti geldiğinde anlarsınız taştığını. Ben de o an en temel ihtiyaçlarımı bile karşılamama izin vermediği halde nedenini sorgulayamadığım süper ekonomimize, sınırlarımı ihlal etmesine izin verdiğim eski sevgilime, karşısında aptal bir mahcubiyet duymaktan kendimi alıkoyamadığım Bakkal Ali Abiye, gerçekleştiremediğim hayallerimin hesabını soramadığım anneme, sırf okul takımında oynadıkları için kendilerine kanaat notunu yüksek tuttuğunu görüp karşı gelemediğim edebiyat öğretmenime ve diğer bütün her şeye, yani aslında tamamen kendime olan nefretimi çıkarabileceğim güçsüz hedefi bulduğumu anlamıştım. İşte benim bardağımın taştığı an tam da bu andı. "Ulan bana bak şerefsiz evladı" diyerek, benim bile kendimden beklemediğim derecede sert bi giriş yaptım. "Senin yüzünden, şu uzay çağında, plastik ördeklere üç bin lira para verdim. Şimdi sktirme bana oranını da İddaa'nı da! bana geldin 'Abi' dedin, 'Televizyonda bir filmde gördüm. Yurt dışında çocuklar bayılıyor bunlara' dedin. 'Ben satıcıyla da anlaştım. Çok ucuza Çin'den getirtiyoruz evimize kadar. Burada tam üç katına satıyoruz. Piyasada bizden başka bunu yapan kimse yok. Zengin olduk abi, bil şimdiden' dedin. Üstüne bir de her şey tamammış gibi 'Kargoyu da adam karşılayacak, ben hepsini konuştum, ayarladım' dedin. Kafamı skeyim, nereden dinledim ben seni! Bir sen mi kaldın ulan koskoca ülkede bu kadar akıllı! Bizim memlekette küvetli ev mi kaldı puşt? Ne oldu lan ördeklere? Nerede yüzecek oğlum bu ördekler? Elimizde, götümüzde patladı hepsi. Üç bin lira be, tam üç bin lira. Yazıktır, günahtır." diye ekledim.

Yeri gelmişken size Cafer'i biraz anlatmak istiyorum. Onu ilk kez annemin beni yanında götürdüğü altın gününde görmüştüm. Benim çocukluğumda besili ve şımarık çocuklar zayıf çocukları pek sevmezlerdi. Ben de hiç sevmemiştim Cafer'i fakat o, annemin en yakın arkadaşının oğluydu ve ben onunla oyun oynamak zorundaydım. Tanışıklığımız böyle başladı. Dışarıdan bakıldığında onun sosyal anlamda beceriksiz ve çevresi tarafından sevilmeyen biri olduğu hemen anlaşılır ki onu tanıyanlar bunun gerçek olduğunu zaten bilirler. Herkese kendisinin bir yetmiş boyunda olduğunu söylese de askerlik şubesinde yapılan sağlık kontrolünde boyunun bir altmış yedi, kilosunun elli sekiz olduğunu bizzat gördüm. İri yarı bir annesi olmasına karşın kendisinin kemikleri pek gelişmemiş, çelimsiz kalmış. Çıkık elmacık kemiklerinin ardında duran içine gömülü siyah gözleri çoğu zaman ilk bakışta korku uyandırsa da aklından asla kötü şeyler geçirmez. Çok iyi olduğundan değil, kafası kötülüğe basmadığından. Tipik çirkinlerden biridir işte. Göze batan hiçbir özellik bulamazsınız. Hani sokaktan biri geçer de "Sokaktan bir adam geçti" deriz ya; işte o cümledeki bir adamdır Cafer. Ekstrem zevkleri yoktur. Alkol ve sigara kullanmaz. Giysileri ve aksesuarları yalnızca amacı doğrultusunda kullanır. İhtiyacı yoksa kemer takmaz örneğin ya da şapkayı yalnızca güneş gözünü almasın diye takar. Şekilci değildir, şova kalkışmaz. Hayattaki tek tutkusu ne olduğu önemli olmaksızın kârlı iş yapmaktır. Cafer'i tek cümleyle anlatmam gerekseydi, az verip çok almak, kötüyü verip iyiyi almak için dünyaya gelmiş biri derdim. Eğer tek kelimeyle anlatmam gerekseydi de onu tanımlayabileceğim tek kelime, bahis olurdu. İhtiyacı olsun ya da olmasın, Cafer her şey hakkında bahse girer. Horoz dövüşlerinden şikeli liglere, mahalli seçimlerden Altın Kelebek ödüllerine kadar her konu hakkında bahis alabilir. "Yırttık abicim, yırttık!" diyen Feridun Bitir bir numara ise, bizim Cafer ikidir. Çirkin görünümü ve düşük olduğunu bildiğim sosyal zekâsı yüzünden çoğu zaman yalnız dolaşır. Hayatı boyunca sahip olduğu tek arkadaşı ben oldum. Hiç istemesem de bu durum bana onun hep yanında olmak gibi bir sorumluluk yükledi. Yine kendimi koruyamamıştım.

Ben bu kadar sert çıkışınca, benden böyle bir tepki almayı asla beklemeyen Cafer tek kelime edemedi. Karşımda yalnızca donakaldı. Onun karşımdaki bu güçsüz ve aciz tutumu ateşimi harlayan bir etki yaptı üzerimde. İlk kez cinayet işleyen insanların neden kurbanları öldükten sonra dahi saldırmaya devam ettiğini çok iyi anlamıştım. Yaşadığım bu öfke patlaması da benim ilk cinayetim sayılırdı. Durduğum an pısırık, boyun eğen halime geri döneceğimi bildiğim için ateşimin son kıvılcımına kadar çirkinleşmek geliyordu içimden. Öyle de yaptım. "Ulan yavşak! 'Çok kârlı bir iş buldum ama para lazım abi' dedin. 'Eyvallah' dedim, verdim. Benim mutfak alışverişlerime kendi gofretlerini dahil ettin. Üstüne hiç utanmadan pis pis güldün. Ses etmedim, ödedim. Gecenin bir yarısı sormadan çat kapı evime gelip 'Abi götüm dondu, bi çay yap da ısınalım be' dedin, 'Hay hay kardeşim, ne demek' dedim, demledim. Ama artık yeter ulan! Ben senin bankan mıyım, hizmetçin miyim puşt? Ulan bahis olursa basarım diye yıllardır böbreğini gazeteye sarıp dolaşıyorsun ortalıkta, bir bok kazandığın da yok. Daha dün 'İtalya'da federasyonda çaycı kuzenim var. Bu haftaki Juve maçı banko handikaplı galibiyet' dedin. Sana güvenip bahis aldık cebimizdeki son parayla. Sonra ne oldu? tokatlayıp yolladılar ulan koca Juventus'u senin şom ağzın yüzünden! Sen ne haysiyetsiz ne aşağılık bir herifmişsin be!" diyerek bunun bir güzel ağzına sıçtım orada. "Abi ama Ronaldo..." diyecek gibi oldu. Hemen araya girip "Sıçarım senin Ronaldo'na! Ulan Ronaldo'nun skinde mi kaybetmek? Olan benim yirmi lirama oldu." diyerek kovdum Cafer'i.

Cafer'in gidişini izlerken, ilk kez dayak atmış çocuklar gibi söyleyemediklerimde kalmıştı aklım. O günü takip eden iki hafta boyunca Cafer bana hiç gelmedi. Ben de onu hiç aramadım. Elimde kalan plastik ördeklerle halının üzerine "Orospu Cafer" yazdım. Çin'deki satıcıyla iletişime geçip ördekleri iade etmek istediğimi söyleyen bir e-posta attım. Bana o an anlamsız gelen, çubuklu harflerle yazılmış bir cevap yolladı. Sonradan cevabını tercüme ettirdiğimde bana küfür ettiğini gördüm ve "Küçük pipili skik Çinli" diyerek karşılık verdim. İkinci el alışveriş sitelerine ilanlar bıraktım fakat doğal olarak kimse bu boktan kanserojen ördeklere talip olmadı. Sadece bir kez, oyuncakçı olduğunu söyleyen biri ördeklerin ses çıkarıp çıkarmadığını sordu. Çıkarmıyordu. Benim skik ördeklerim ses bile çıkaramıyorlardı. Zaten bunu duyan oyuncakçı da tekrar mesaj atmadı. İkinci haftanın sonunda, çözüm arayışlarımın fayda etmeyeceğini anlayınca mahalledeki Japon pazarının yolunu tuttum. Bana üç bin liraya mal olan ördek sürüsüne ancak iki yüz lira, iki paket mandal ve bir plastik kova verebileceklerini söylediler. Samimiyet kurmak ve birkaç parça eşya daha koparmak için "Bakın ben bunları Çinli bi abiden aldım. Siz de Japon pazarısınız, kuzen sayılırsınız. Verin bi şeyler daha ayağımız alışsın." şeklinde bir espri yaptım. Kimse gülmedi. Fakat taktiğim az da olsa işe yaramış olacak ki tekliflerine beş metrelik yılbaşı ışığını da eklediler sağ olsunlar. Hemen kabul ettim.

Ertesi gün kapım çalındı. Gelen Cafer'di. Ömürlük öfke patlaması hakkımı kullandığım, üstelik üzerinden iki haftadan fazla zaman geçtiği için sert çıkışamadım, "Ne var?" diyebildim sadece. "Abi biliyorum kızgınsın ama şu ördek işi için muhteşem bir fikrim var. Beni bi dinlersen sen de çıldıracaksın. Altlarına kurmalı iki tekerlek takarsak küvete falan gerek kalmaz, yürüyen ördek olur bunlar." dedi. Sinirden dayanamayıp gülmeye başladım. Gülüşüm Cafer tarafından yanlış anlaşılmış olacak ki "Senin de kafana yattı değil mi abi? Şöyle yüzün gülsün biraz ya. Ben olanları unuttum bile." dedi gülümseyerek. "Ya Cafer, bi siktir git, Allah aşkına rahat bırak beni ya" dedikten sonra kapıyı yüzüne kapattım.

Salona gelip, duvara LED ışıklarla "Orospu Cafer" yazdım.


en çok şunlar okundu