Ekim 08, 2018

mesin yuvarlak ve porsiyonlar uzerine

Çirkin erkek seven güzel kızlar vardır sevgili dostlar, onları bilir misiniz? Ben bilirim. Çok severim üstelik. Hepsi benim müstakbel sevgili adayımdır çünkü. Her gün onlara yaraşır çirkinlikte olmak için hiçbir şey yapmam gerekmez benim. Zihnimde görünüşüme dair hiçbir tereddüt barındırmam. Hiçbir zaman fotoğraf çekilmeden evvel kendimi düzeltmem gerekmez. Bakmam gereken herhangi bir açı da yoktur. Dümdüz durabilirim. Çirkin olmanın en güzel yanı budur. Ne olduğunuzun apaçık belli olmasıdır. Orta sınıf kararsızlığı yaşamazsınız hiçbir zaman. Orta sınıfları da bilirsiniz, değil mi? Hani şu sabah uyandığında kırmızı maymun götüne benzeyen, ancak markalı kıyafetler, pahalı parfümler ve şekil verilmiş saçlarla yüzüne bakılır hale gelen insanlardan bahsediyorum. Bu sınıfın dışarı çıkmaları dahi o gün nasıl göründüklerine bağlıdır. Kendilerini çirkin hissediyorlarsa, hele hele yüzlerinde sivilce falan çıktıysa adım atamazlar hiçbir yere. İşte ben onlardan değilim. Ben sadece uyanırım, çirkinimdir. Kaybedilen bir maçın yarım saat sonrası gibi bir rahatlıkla yaşarım her günümü. Üzüntüm geçmiş, hırsım dinmiştir. Kaybetmişimdir ve yapacak hiçbir şeyim yoktur. Lüks tüketim listemde hiçbir zaman güzel kıyafetler, pahalı parfümler, güneş gözlükleri veya saç bakım kremleri olmaz benim. Ayda iki kez Pringles, bir kereye mahsus Toblerone çikolata alırım yalnızca. Dışarı çıkarken temiz olmam ve kıyafetlerimin yırtık olmaması yeterlidir her zaman. Sözün özü sevgili dostlar, çirkin olmak ekonomik olmaktır.

Yine böyle sıradan, çirkin günlerimden birindeydim. Ayaklarımı duvara dikmiş, parmak uçlarıma bakarken yıllardır görüşmediğim arkadaşlarımın birinden aldığım mesajla beynimden vurulmuşa döndüm. Lise son sınıfta birbirine düşürdüğü erkeklerle adından sıkça bahsettiren, müdür beyin torpillisi, sınıfın ve hatta okulun en güzel kızı Ecem, şehrime gelmiş ve benimle görüşmek istiyordu. İş dolayısıyla iki günlüğüne gelmiş, akşam da dönecekmiş. Eğer istersem o gidene kadar bir şeyler yiyebilirmişiz. Kendi kendime "Yemez miyiz be! Seninle her şeye varım ben." desem de kıza karşı hayvan evladı gibi görünmemek için "Olur tabii, çok sevinirim." yazmakla yetindim ve teklifini kabul ettim.

Hazırlanmam yaklaşık dört dakika sürdü. Sürenin yarısı hangi kıyafetin daha temiz olduğunu aramakla geçti. Diğer yarısında da ayakkabılarımı giydim ve evden çıktım. Apartmanı terk ederken yüzümdeki gerginliği hissedip istemsizce gülümsediğimi anladım. Bu şekilde görülemezdim. Ben bu mahallenin mazbut, efendi çocuğuydum. İçkim, kumarım, hovardalığım yoktu. En azından emlakçı evi bana kiralarken ev sahibine böyle söylemişti. Hemen ifademi herkesin aşina olduğu, mal bakışlı halime çevirip yola koyuldum. Ahmet Abi'nin bakkalını henüz geçmiştim ki Süreyya Abiyle karşılaştım yolda. Bana akşamki halı sahayı unutmamam gerektiğini, geçen hafta oynadığımız takımla tekrar karşılaşacağımızı ve bu sefer onları sahadan süpürüp evlerine yollayacağımızdan bahsetti hızlıca. Aslında tam olarak "Akşama geliyon di mi lan? Geçenki bebeleri sikicez" dedi.

Süreyya Abi mahalleye sonradan taşınan, futbolla alakası mahalle kulüplerinde yöneticilikten ve haftalık olarak yaptığı halı saha maçlarından ibaret biriydi. Kafasının ortası keldi. İnce bıyıkları ve kısa bir boynu vardı. Pek uzun sayılmazdı ama boyuna rağmen oldukça iyi zıplıyordu. Hiçbir yerde uzun süreli dikiş tutturamamış, evlenmemişti. Biz onun altıncı mahallesiydik. En azından kendisi bize bu şekilde anlatmıştı. Dükkandan bozma demir kapılı bir kulüp ofisi vardı. İçeride trafik hunileri, fosforlu antrenman formaları, masa ve elektrikli ısıtıcıdan başka hiçbir şey yoktu. Orada mahallenin çocuklarını toplar, hayattan dersler verir, sporun faydalarını anlatırdı. Sonra da yağmurda, çamurda belediyenin yaptığı halı sahada it gibi koştururdu. Çocuk başı aldığı haftalık elli lira ile geçimini sağlıyordu. Aileler de çocuklarından ikişer saat kurtulmaları sebebiyle bu parayı veriyorlardı ses etmeden. Pek harcaması da yoktu zaten.

Durumumu anlatıp, beni mazur görmesini rica ettim Süreyya Abiden. Takımımızın çakılı defansı Süreyya Abi bu durumu hiç de hoş karşılamadı. Aralara serpiştirdiği tehditkar küfürlerle beraber görüşmeyi iptal etmem gerektiğini, eğer saat sekizde sahada olmazsam dalağımı sikeceğini, takımımızı bozmaya hakkım olmadığını tane tane ve sakince anlattı. Bu fırsatı asla kaçırmak istemiyordum fakat karakterimin ikna edilmeye müsait, naif ve ezik yanı beni çok zor durumda bırakıyordu. Konuşmayı bir süre daha uzatırsam ikna olacağımı bildiğim için, saçma sapan bir mimik yaparak Süreyya Abinin yanından koşarak kaçtım. Samimiyetimize güvenerek arkamdan içimi ısıtan birkaç küfür daha etti.

Buluşacağımız yere vardığımda Ecem oturmuş beni bekliyordu. Avuç ayalarım sırılsıklamdı. Küçüklükten beri ne zaman stresli olsam, avuçlarım ter içinde kalırdı. Bu durum beni otuz üç yıldır terk etmediği gibi sayısız kez zor durumda bırakmıştı. Çünkü eller birini tanımanın fitilini yakan ilk adımdır. Temiz ve yumuşak bir ilk dokunuş ile açamayacağınız pek az kapı vardır. Avuçlarımı pantolonumda kurutup Ecem'in yanına gittim. Beni gördüğüne çok sevindiğini, hiç değişmediğimi söyledi. Bu hiç değişmeme mevzusuna biraz içerledim açıkçası. Liseye gittiğim dönemlerde yüzümdeki sivilcelerin de etkisiyle daha çirkin bir çocuktum çünkü. Bunca yıl aradan sonra en azından biraz daha oturmuş bir yüzüm olması gerektiğini düşünürken değişmemek de neyin nesiydi? Ecem'in yaptığı bu yersiz kibarlık beni tekrar kendimi sorgulamaya itmişti. Eskilerden bahsetmenin bana hiçbir fayda sağlamayacağını anlayınca işinden, hayatından bahsetmeyi teklif ettim. Sanki yıllardır bunları anlatmak için beni aradığını düşündüren bir heyecanla kendini anlatmaya başladı. Su arıtma cihazı satan bir firmada yönetici olduğundan, bugün de toplantısı olduğu için geldiğinden bahsetti. Daha sonra su arıtmanın faydalarını, çeşme suyunun içindeki bakterileri, küresel ısınmada plastiğin önemini anlatan bir sunuma başlayınca, salaktan bana cihaz satmaya çalıştığını anladım ve kıvrak bir hareketle konuyu yemeğe bağlamayı başardım. Benim Ecem'e ihtiyacım vardı fakat cihaza yoktu. Cihaz Ecem'le birlikte eşantiyon olarak gelseydi kabul edebilirdim fakat zaten hayatımda yıllardır bulunmayan ve hiç değişmediğimi düşünen bir kadın için cihaz satın almaya değer miydi? Hayır hayır, hiçbir zaman bu kadar salak olmadım. Konudan konuya hızlıca yaptığım geçişler Ecem'i aptala çevirdi. Ne olduğunu anlamıyordu, içimde kopan fırtınalardan bihaberdi.

İkimiz de şimdi adını doğru telaffuz edebileceğimi düşünmediğim bir soslu makarna söyledik. Daha doğrusu o söyledi, ben "İki tane olsun." diyebildim sadece. Korktuğum başıma gelmişti. Siparişimiz kocaman kafamdan daha kocaman bir tabakla gelirken, içindeki makarna hepinizin şu an canlandırdığı gibi eser miktardaydı.

Bakın sevgili dostlar, beni asla yanlış anlamanızı istemem. Derdim asla doymamak değildi. Gerekirse ekmeği makarnaya katık eder, ben yine doyardım bir şekilde. Benim esas problemim, o kocaman tabaklarda gelen küçücük yemeğin hangi hızda yenmesi gerektiğini bilmiyor oluşumdu. Çocukluktan beri bok boğaz yetişmiş biri olarak önüme ne konarsa konsun, önümden kaçıracaklarmış gibi üstüme döke döke yemiştim. Benim porsiyonlarım her zaman içine konulduğu kaptan ve midemden daha büyük olmuştu şimdiye dek. Bu nedenle büyük tabak küçük porsiyon modasına asla uyum sağlayamadım. Yeni çağın normal insanlarının muhabbet aralarında küçük lokmalarla tükettiği yemekleri, ben sohbete dahil olmadan üç, bilemedin dört çatalda bitiriyordum.

Bu her zaman çok büyük bir sınavdır. İlk buluşmalarda yediğiniz yemeğin asla tadını çıkaramazsınız. Her şey kibar ve sessiz yapılmalıdır çünkü. Soslu ve salçalı her şeyden kaçınmak altın kuraldır örneğin. Artık ellerimle birlikte göbeğimden de terler akmaya ve tişörtümü ıslatmaya başlamıştı. Yeme hızımı ayarlayamayacağımı anlayınca son lokmalarımızı denk getirmenin iyi bir fikir olacağını düşünüp Ecem'e vakit kazandırmak amacıyla saçma sapan şeyler anlatmaya başladım. Ecem uyuz bir şekilde yemesine devam ederken dur durak bilmeden hakkında fikir sahibi olduğum ne varsa konuştum. Hesaplamalarıma göre o, sondan iki önceki çatalı ağzına götürdüğü sırada yemeğe başlarsam, onunla aynı anda bitirebiliyordum. Bu süreç esnasında anlattığım Beşiktaş'ın taktik analizleri, Quaresma'nın bencil oyunu, gol yollarında kısır kalışımız ve Şenol Hocanın eski veriminde olmaması ile ilgili tespitlerim Ecem'in keyfini oldukça kaçırmış olacak ki, "Sen de soğutma, ye hadi." diye kibarca uyardı beni.

Makarnamı hızlı hızlı yerken gözümün önüne Süreyya Abi geliyordu. Ecem'e dair tüm planlarım suya düştüğü gibi, bir de Süreyya Abinin gözünde beş paralık bir adam oluvermiştim. Çünkü rövanş maçında takımı yalnız bırakmak bir erkek için kabul edilemez davranıştır. Bir an evvel bu iğrenç ortamdan kurtulmak istiyordum. Artık yalan söyleyecek durumda değildim. Her yanım terden sırılsıklam olmuştu. Dışarıdan gören herkes o an bir sorun yaşadığımı fark ederdi ama Ecem bunu anlayamıyordu. Galiba biraz maldı. "Ya Ecem" dedim. "Ben seninle buluşma planı yaparken akşamki halı sahayı tamamen unutmuşum. Sana ayıp olmasın diye buraya geldim fakat şimdi de Süreyya Abiye çok ayıp ettim. Geçen haftaki maçta haksız bir faul sonrası yediğimiz gol ile yenik ayrıldık. Bu hafta o piçleri sahada ezmemiz gerekirken ben seninle burada oturmuş yemek yiyorum. Onu bile yiyemiyorum hatta. Olacak iş değil! Bunu bizim takıma yapamam. Anlıyorsun değil mi, yapamam! Emlakçıya, ev sahibine, mahalleliye karşı sorumluluklarım var benim. Özür dilerim." diyerek durumu tane tane anlattım. Anlam veremese de, sağ olsun, yadırgamadı beni.

Koşarak maça gittim. Sahada ısınan Süreyya Abi beni görünce "Ne geldin lan göt!" dedi. Genç ve geleceği parlak Forvet Yavuz araya girdi de maç kadrosuna tekrar dahil edildim. İki gol atıp, üstüne bir de Süreyya Abiye asist yaptım o maçta. Maç sonunda soyunma odasında "Ulan dua et kazandık yoksa kimse kurtaramazdı seni bunun elinden." dedi bana Bakkal Ahmet Abi.

Ecem gitmişti ama Süreyya Abinin gönlündeki, mahallelinin zihnindeki yerimi sağlama almıştım. Hem zaten su arıtma cihazları çok pahalıydı.

en çok şunlar okundu