Kasım 30, 2019

yapboz-3

uzun uzadıya uzatabileceğimiz yazdan kalma bir ekim pazarı sabahında, kaşığın çay bardağı içinde çıkardığı davetkar sese uyanmıştım. -bilirsin, en sevdiğim sestir.- hissettiğim hiçbir mutluluk bu denli elle duyulur, kulakla görülür olmamıştı. boşa gittiğini düşündüğüm tüm dileklerim aynı sabaha sözleşmişler gibiydi.

Ekim 19, 2019

yapboz-2

Yedi yaşında bir çocuğun çizdiği resme benziyorum artık. Birbirini kesen iki dağım ve onların kesişimlerinde duran sarı sıcak bir güneşim var. Birkaç bembeyaz buluta ve kocaman yemyeşil kırlara sahibim. Işıkları daima yanan evimin bacası tütüyor. Mutlu bir aile, ağaçlarımdan kırmızı elmalar topluyor neşeyle. Fakat giderken yedi yaşındaki o çocuğun mavi pastel boyasını da götürmüşsün kendinle birlikte. Tam ortamdan geçmesi gereken nehrimi çizememiş. Yokluğun duruyor orta yerimde.

Her şeyim var. Hiç anlamım yok.

Ekim 15, 2019

yapboz-1

Bazen öyle şeyler oluyor ki; tanrı bana olmayacağına dair söz vermiş gibi şaşırıyorum.
Halbuki her şey olur.
Hepsi gider, herkes ölür.

Ekim 14, 2019

Memur gibi sevmek

Ben memur gibi sevdim hep. Sen de az çok bilirsin memurluğu. Hani sabah gitmesi olur, akşam dönmesi olur. Eve dönerken illa ki arayıp sorulur "Bi' şey lazım mı?" diye. Lazım olur bazen. Söylersin ama unutulur yine. Bazen lazım olmaz. Onların düzenli, monoton ve sıkıcı olduklarını bilirsin. Bunu herkes bilir. Her gün dokuz saat boyunca ne bok yediklerini bilmezsin de bunu bilirsin mutlaka. Mesela bakarsın, saat üç. Hemen "O şimdi çalışıyordur." diye geçirirsin içinden. Başka bi' şey yapıyor olmasını beklemezsin o an ondan. Tekrar bakarsın, saat altı olmuştur artık. Bu sefer dersin ki "Eve dönüyordur şimdi." Arayıp sormana gerek yoktur. Elinle koymuş gibi, o an ne yapıyorsa bilirsin.

Ben de öyle sevdim. Sen ne vakit beni düşünsen, seni nerede ve nasıl sevdiğimi bilirdin. Hemen yanında da olsam, binlerce kilometre girmiş olsa da aramıza sabahtan başlardım seni sevmeye. Ta ki akşam uyuyana kadar. Çok fazla rüya görmezdim. Gördüğüm geceler rüyamda da severdim. Senin aklına gelirdim günün herhangi bi' saatinde. Sen bilirdin o an seni sevdiğimi. Gece yarısı uyuyamazdın bazen. Şimşekler, gök gürültüleri uyutmazlardı seni. Orospu çocukları! Senin sık sık uykuların kaçardı. "Şimdi beni görüyordur rüyasında." derdin hemen kendine. Gece çişe kalkardın mesela, ben o an da seni severdim.

Monoton, düzenli ve sıkıcı şekilde sevdim seni hep. Her maaş günü gelmiş memur gibi sevgimde bir takım patlamalar yaşanırdı zaman zaman. Mesela sana "Çok güzelsin be!" derdim bazı günler. "Seni seviyorum." derdim. Bazen çok şımarıp "Karıcığım" bile derdim sana topuklarımı kıçıma vura vura kaçmaya çalıştığım evlilik kurumuna inat.

Ve her memur gibi benim de sorumlu olduğum kurallar vardı. Mesai saatlerinde işimin başında bulunmak zorundaydım örneğin. Eğer bulunamayacaksam mutlaka benden sorumlu müdüre haber verip izin almam gerekirdi. Seni sevmekten kaytaramazdım öyle her kafama estiğinde. Ha o gün hasta olurum ya da anam, babam ölür; önce senden izin alıp sonra istirahate çekilebilirdim ancak. İzinler de sayılı tabii. Arka arkaya iki hafta sevmekten kaytarırsam kapı dışarı ederdin beni. Tazminat yok. Veda seksi falan yapamazdık. Sen gelemezdin ilgisizliğe ve sorumsuzluğa. Öyle her şeyi de giyemezdim kafama göre. Senin belirlediğin kıyafet yönetmeliğine uymak zorundaydım. Önce uyarısı, sonra kınaması derken iş kovulmaya kadar giderdi maazallah. Kesinlikle yüz kızartıcı suç işlemeyezdim. Seni asla ve asla aldatamazdım. Eğer yaparsam daha o gün götüme tekmeyi yiyeceğimi bilirdim. Üstelik tıpkı memurluktaki gibi, bi' kadını aldatıp da götüne tekmeyi yersen artık sevdiğin hiçbir kadın kabul etmez seni hayatına. Seçme şansın kalmaz. Siciline işlenir çünkü yaptıkların. Ve ben bilirim ki bu haberler kadınların arasında devlet dairelerinde olduğundan çok daha hızlı yayılırlar.

Sen de çok iyi bilirsin ki işini iyi yapan dürüst memurlar çoğu zaman sevilmezler sevgilim. Biraz yavşak olmak, çakallıklara hakim olmak gerek. Bi' şey vereceksen karşılığında bi' şey isteyeceksin ki seni el üstünde tutsunlar. İyi adamlar sonsuz sevilmezler. Onlar zaten ceptedir artık, tıpkı benim gibi. Çabaları asla görülmez de eksikleri aranır her daim ortalığı yangın yerine çevirmek için. Performans değerlendirmesi adı altında sürekli olarak gözetim altında tutulurlar. Tükenene kadar sağılmaya mahkumdurlar.

Senden önce de böyle sevdim ben. Seni sevdiğim gibi. Başka başka devletlerde tıpkı bir memur gibi yani. Denk geldiğim tüm devletlerde olduğu gibi senin devletinde de memurları sikiyorlar galiba. Memurlar hep sikilirler zaten. Alabildikleri tek şey senede birkaç öpücük zam, birkaç sevişme prim... Hepsi o işte.

Yavşak olmak lazımdı sevgilim. Ben olamadım.

Eylül 24, 2019

iskemle

üç kahkaha ve ben, aslında iki kişilik olan fakat müşteri kaygısıyla etrafına dört sandalye konmuş tahta masada oturuyorduk. masanın benim tarafımdaki sol ayağı diğerlerine göre biraz daha yüksekte durduğundan, masa ben dayandıkça sallanıyordu. sorunlu olan ayak eğer masanın karşı yanındaki ayaklardan biri olmuş olsaydı problem olmayacaktı. ben ağırlığımı kendi tarafıma verecektim ve masa sallanmayacaktı böylelikle. fakat şimdi, ya yalnızca sağ kolumla vermem gerekiyordu ağırlığımı ya da yalnızca sol kolumla. böyle bir durumun içinde kaldıysanız ne kadar nahoş olduğunu mutlaka bilirsiniz, hep bize daha kolay gelen tarafa dayanırız fakat o taraf bir süre sonra acı vermeye başlar. asla denge bulunamaz ve bu sonsuz arayış masadan kalkana kadar devam eder.

ben masaya dayanmadan oturabilen biri olamadım hiç. iki büklüm, dışarıdan bakıldığında son derece rahatsız görünen şekilde oturdum hep. bazıları -ne güzel- sırtını sandalyeye dayayıp saatlerce rahatsız olmadan oturabiliyorlar. ellerini ve kollarını serbestçe kullanıp anlatacakları şeyleri jestlerle destekleyebiliyorlar. bu durum anlatılan şeyi daha ilgi çekici hale getiriyor. jestleriniz yoksa insanların ilgisini çekemiyorsunuz. peki ben ne yapıyorum? illa o masaya dayanılacak! pes doğrusu! bu kadar basit bir olayda dahi ne uyumsuzum. sanırım omurgamın şekliyle ilgili bir problemim var. belki de şişman olduğum günlerden kalan, göbeğimi saklama telaşı yüzünden edindiğim bir duruş biçimidir bu. bana şişman olduğum günleri hatırlatsın da tekrar kilo almayayım diye vücudumun geliştirdiği bir frendir belki de.

benim önümde çay vardı, kahkahaların canı bir şey içmek istemedi. sadece, sağımdaki kahkahanın önünde bir kül tablası duruyordu ama küller yine de ona ait değildi. çayın tadı ağzımda kekremsi bir tat bırakıyordu. kim bilir kaç saat önce demlenmişti. tadı geçmiş çayı getirdiği için garsona, sipariş vermeden önce sormadığım içinse kendime kızdım. neden sonra bu kızgınlığım geçti. sorsaydım ne değişecekti? hangi garson bana sabah demledikleri çayı getireceğini itiraf ederdi? bunun için garsona mı kızmam gerekirdi? bu denklemde patron neredeydi? zayıf yanımız budur işte. hepimiz, bir hizmetten memnun kalmadığımız zaman doğrudan hizmeti aldığımız kişileri sorumlu tutarız. müşteri temsilcileri, komiler, tezgahtarlar... önümüze yem olarak konulan her kimse, dişlerimizi geçireceğimiz hedef artık o olur. komutu uygulamak, komutu sorgulamaktan daha kolaydır. patronlar bu işten hep en az zararla sıyrılır.

ortamda üçten çok daha fazla sayıda kahkaha vardı ama benim masamda sadece üç sandalye olduğu için diğer kahkahalar etraftaki diğer yalnızların masalarına da doluşmak zorunda kaldılar. sandalyelerin hepsi kapıldığında ise ayakta hala birçok kahkaha görebiliyordum. benim masamdaki kahkahalar uzun süre güneşte beklemiş gazete parçaları gibiydiler. kuru, soluk ve hissiz... sol çaprazımda oturan kadının masasındakiler de öyleydi. oysa boşlukta duran, duvarlara çarpan, koridorda dolaşan kahkahalar daha parlak, daha canlı görünüyorlardı. tıpkı henüz basılmış, mürekkebi sıcak gazeteler gibi. anladım: kahkahalar, yalnızların masalarında eğreti dururlar. misafirlikte yatıya kalınmış gibi biraz. her an diken üstünde, oradan ayrılmayı bekleyen ve sabırsız...

kahkahaların çoğu kalabalık bir masanın etrafında duruyorlardı. en çok da masadaki iki kadının yanlarında. adamlardan biri kırmızı yatay çizgileri olan kahverengi bir kazak giymişti. ötekinin klasik bir takım elbisesi vardı. işten çıkmış gibiydi. o insanları kalabalık bir masada hemen fark edersiniz. dünyayı kurtarmış gibi dururlar. her zaman, her şeye hakimdirler. mutlaka işini iyi yapmayan birilerinden şikayet ederler ve başarısızlığa asla tahammülleri yoktur. tıpkı nefret ettikleri patronlar gibi. kazaklı ise sakin görünümlüydü. ötekindeki kendini kanıtlama arzusu sanki onda yoktu. çok fazla insan tanımam ama kazak giyen insanlar hep daha samimi gelir bana. takım elbise, o gün ne olmak zorunda olduğunu söyleyen bir etikettir benim gözümde. ya evlenen ya da çalışan adamsındır. fazlası olmana müsaade etmez sana verdiği statü karşılığında. rızayla takılmış pranga kısacası.

orada oturduğum yarım saat boyunca kadınlar çoğunlukla prangalıyla ilgilendiler. en çok kahkaha o üçünün arasında dolaştı. kazaklı, bir şeyler söyler gibi olunca birkaç kahkaha kazaklının tarafına geçti fakat orada fazla kalmadılar. istemsiz bir gülümseme belirdi dudağımın kenarında. sevdiğim kadını görüyordum ona hiç benzemeyen tüm kadınlarda. fark edilirim korkusuyla topladım hemen kendimi. ne saçma, diye düşündüm. bütün bu çabaların beyhude bir amaç uğruna olduğunu hepsi biliyordu. ne diye devam ediyordu bu tiyatro? insan neden kendine hep aynı şeyi yapıp farklı sonuç almayı bekliyordu?

başı ve sonu belli olan ömür döngüsü devam ettiği müddetçe, bu iki nokta arasında yaşanan tüm tecrübeler ölüm fikrinin gölgesi altında birbirinin yansıması olmaya devam eder. yaşanılan her acı, bir başka acıyı çağrıştırır zihnimizde. ortaya bu şekilde çıkmamış mıdır zaten hatalardan ders çıkarmak olgusu? benzer problemleri çözmek için hep aynı kitabı referans alırız: tecrübelerimizi. hepimiz bu anlamsız girdapta savrulurken delirmemek için kendimize sahte anlamlar yaratırız. sevdiğimiz renkler, dinlemekten keyif aldığımız şarkılar, aşık olduklarımız... hiçbir değeri olmayan yanılsamalar bütünüdür yalnızca.

masamdaki kahkahalara baktım. duruyorlardı. hiçbir şey yapmadan, benimle ilgilenmeden öylece duruyorlardı. bana ait olmadıklarını hissettiriyorlar fakat gitmiyorlardı yanımdan yine de. üçünü de tuttuğum gibi koyu yeşil kadife ceketimin cebine koydum. çalmış sayılmazdım. bir başka yerde, çok kişilik masalardaki tek kişilik yalnızlıklara ödünç vermek üzere almıştım onları. yalnızların kahkahaları havasız ortamdaki ses dalgaları gibidir. durdukları yerde bir anlam ifade etmezler. sadece var olduklarını biliriz oralarda bir yerlerde. ta ki bir başkasının yalnızlığına ortak olana dek.

ellerim ceplerimde, dudağımda çok sevdiğim şarkı... soğuk bir ankara gecesiydi ve karlar yağıyordu sakarya'ya üstelik.

en çok şunlar okundu