Eylül 24, 2019

iskemle

üç kahkaha ve ben, aslında iki kişilik olan fakat müşteri kaygısıyla etrafına dört sandalye konmuş tahta masada oturuyorduk. masanın benim tarafımdaki sol ayağı diğerlerine göre biraz daha yüksekte durduğundan, masa ben dayandıkça sallanıyordu. sorunlu olan ayak eğer masanın karşı yanındaki ayaklardan biri olmuş olsaydı problem olmayacaktı. ben ağırlığımı kendi tarafıma verecektim ve masa sallanmayacaktı böylelikle. fakat şimdi, ya yalnızca sağ kolumla vermem gerekiyordu ağırlığımı ya da yalnızca sol kolumla. böyle bir durumun içinde kaldıysanız ne kadar nahoş olduğunu mutlaka bilirsiniz, hep bize daha kolay gelen tarafa dayanırız fakat o taraf bir süre sonra acı vermeye başlar. asla denge bulunamaz ve bu sonsuz arayış masadan kalkana kadar devam eder.

ben masaya dayanmadan oturabilen biri olamadım hiç. iki büklüm, dışarıdan bakıldığında son derece rahatsız görünen şekilde oturdum hep. bazıları -ne güzel- sırtını sandalyeye dayayıp saatlerce rahatsız olmadan oturabiliyorlar. ellerini ve kollarını serbestçe kullanıp anlatacakları şeyleri jestlerle destekleyebiliyorlar. bu durum anlatılan şeyi daha ilgi çekici hale getiriyor. jestleriniz yoksa insanların ilgisini çekemiyorsunuz. peki ben ne yapıyorum? illa o masaya dayanılacak! pes doğrusu! bu kadar basit bir olayda dahi ne uyumsuzum. sanırım omurgamın şekliyle ilgili bir problemim var. belki de şişman olduğum günlerden kalan, göbeğimi saklama telaşı yüzünden edindiğim bir duruş biçimidir bu. bana şişman olduğum günleri hatırlatsın da tekrar kilo almayayım diye vücudumun geliştirdiği bir frendir belki de.

benim önümde çay vardı, kahkahaların canı bir şey içmek istemedi. sadece, sağımdaki kahkahanın önünde bir kül tablası duruyordu ama küller yine de ona ait değildi. çayın tadı ağzımda kekremsi bir tat bırakıyordu. kim bilir kaç saat önce demlenmişti. tadı geçmiş çayı getirdiği için garsona, sipariş vermeden önce sormadığım içinse kendime kızdım. neden sonra bu kızgınlığım geçti. sorsaydım ne değişecekti? hangi garson bana sabah demledikleri çayı getireceğini itiraf ederdi? bunun için garsona mı kızmam gerekirdi? bu denklemde patron neredeydi? zayıf yanımız budur işte. hepimiz, bir hizmetten memnun kalmadığımız zaman doğrudan hizmeti aldığımız kişileri sorumlu tutarız. müşteri temsilcileri, komiler, tezgahtarlar... önümüze yem olarak konulan her kimse, dişlerimizi geçireceğimiz hedef artık o olur. komutu uygulamak, komutu sorgulamaktan daha kolaydır. patronlar bu işten hep en az zararla sıyrılır.

ortamda üçten çok daha fazla sayıda kahkaha vardı ama benim masamda sadece üç sandalye olduğu için diğer kahkahalar etraftaki diğer yalnızların masalarına da doluşmak zorunda kaldılar. sandalyelerin hepsi kapıldığında ise ayakta hala birçok kahkaha görebiliyordum. benim masamdaki kahkahalar uzun süre güneşte beklemiş gazete parçaları gibiydiler. kuru, soluk ve hissiz... sol çaprazımda oturan kadının masasındakiler de öyleydi. oysa boşlukta duran, duvarlara çarpan, koridorda dolaşan kahkahalar daha parlak, daha canlı görünüyorlardı. tıpkı henüz basılmış, mürekkebi sıcak gazeteler gibi. anladım: kahkahalar, yalnızların masalarında eğreti dururlar. misafirlikte yatıya kalınmış gibi biraz. her an diken üstünde, oradan ayrılmayı bekleyen ve sabırsız...

kahkahaların çoğu kalabalık bir masanın etrafında duruyorlardı. en çok da masadaki iki kadının yanlarında. adamlardan biri kırmızı yatay çizgileri olan kahverengi bir kazak giymişti. ötekinin klasik bir takım elbisesi vardı. işten çıkmış gibiydi. o insanları kalabalık bir masada hemen fark edersiniz. dünyayı kurtarmış gibi dururlar. her zaman, her şeye hakimdirler. mutlaka işini iyi yapmayan birilerinden şikayet ederler ve başarısızlığa asla tahammülleri yoktur. tıpkı nefret ettikleri patronlar gibi. kazaklı ise sakin görünümlüydü. ötekindeki kendini kanıtlama arzusu sanki onda yoktu. çok fazla insan tanımam ama kazak giyen insanlar hep daha samimi gelir bana. takım elbise, o gün ne olmak zorunda olduğunu söyleyen bir etikettir benim gözümde. ya evlenen ya da çalışan adamsındır. fazlası olmana müsaade etmez sana verdiği statü karşılığında. rızayla takılmış pranga kısacası.

orada oturduğum yarım saat boyunca kadınlar çoğunlukla prangalıyla ilgilendiler. en çok kahkaha o üçünün arasında dolaştı. kazaklı, bir şeyler söyler gibi olunca birkaç kahkaha kazaklının tarafına geçti fakat orada fazla kalmadılar. istemsiz bir gülümseme belirdi dudağımın kenarında. sevdiğim kadını görüyordum ona hiç benzemeyen tüm kadınlarda. fark edilirim korkusuyla topladım hemen kendimi. ne saçma, diye düşündüm. bütün bu çabaların beyhude bir amaç uğruna olduğunu hepsi biliyordu. ne diye devam ediyordu bu tiyatro? insan neden kendine hep aynı şeyi yapıp farklı sonuç almayı bekliyordu?

başı ve sonu belli olan ömür döngüsü devam ettiği müddetçe, bu iki nokta arasında yaşanan tüm tecrübeler ölüm fikrinin gölgesi altında birbirinin yansıması olmaya devam eder. yaşanılan her acı, bir başka acıyı çağrıştırır zihnimizde. ortaya bu şekilde çıkmamış mıdır zaten hatalardan ders çıkarmak olgusu? benzer problemleri çözmek için hep aynı kitabı referans alırız: tecrübelerimizi. hepimiz bu anlamsız girdapta savrulurken delirmemek için kendimize sahte anlamlar yaratırız. sevdiğimiz renkler, dinlemekten keyif aldığımız şarkılar, aşık olduklarımız... hiçbir değeri olmayan yanılsamalar bütünüdür yalnızca.

masamdaki kahkahalara baktım. duruyorlardı. hiçbir şey yapmadan, benimle ilgilenmeden öylece duruyorlardı. bana ait olmadıklarını hissettiriyorlar fakat gitmiyorlardı yanımdan yine de. üçünü de tuttuğum gibi koyu yeşil kadife ceketimin cebine koydum. çalmış sayılmazdım. bir başka yerde, çok kişilik masalardaki tek kişilik yalnızlıklara ödünç vermek üzere almıştım onları. yalnızların kahkahaları havasız ortamdaki ses dalgaları gibidir. durdukları yerde bir anlam ifade etmezler. sadece var olduklarını biliriz oralarda bir yerlerde. ta ki bir başkasının yalnızlığına ortak olana dek.

ellerim ceplerimde, dudağımda çok sevdiğim şarkı... soğuk bir ankara gecesiydi ve karlar yağıyordu sakarya'ya üstelik.

en çok şunlar okundu